28 Aralık 2013 Cumartesi

Ben bir bankacıyım Gezi Parkı’nda, ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında


taksim_gezi“… Para mı lâzım? Yaratalım! [...]  Herkesi mutlu etmek için bir kaç imza yeterli! O gece bin zanaatkâr imparatorun el yazısını ve imzasını taklid ederek küçük kâğıtların üzerine yazdılar: ‘bu kağıt 10, bu kâğıt 100, bu kâğıt 1000 altın eder’. Altın su gibi aktı, imparatorluk kurtuldu. Ama imparator hâlâ inanamıyordu: ‘Ne? Halk o kâğıtları gerçek para mı sanıyor? Askerlerim ve saray çalışanları maaşlarının bu kâğıtlarla ödenmesini kabul etti mi? Bu mucize inanılmayacak kadar güzel”
Bu satırlar Goethe’nin ünlü eseri Faust’un ikinci bölümünden. Tabi hikâyenin sonu iyi bitmiyor. Zira para “yaratmak” her zaman çok iyi bir fikir değil.Kontrolden çıkarsa parayı “yaratan” bankalar onu kullanan halkın emeğini sömürür.  Boş vaad verip ekmeğinizi, alın terinizi çalar. Zira para kendi başına bir değer değil. Para yenmez, sizi yağmurdan korumaz, aspirin gibi yutsanız baş ağrısını geçirmez. Para bir teminattır, verilmiş bir söz, bir vaad. Karşılıksız para basmak ise yalan söylemektir. Tam da bu yüzden bankalar serbest bırakılMAması gereken kurumlardır. Kredi alıp verme, mevduat toplama, borsa işlemleri, hayat sigortası… Bankacılık sahasına giren ne varsa hukuk çerçevesinde kalmalıdır.
Peki merkez bankaları dışında kimse para üretemezmiş gibi geliyor insana. Öyle ya, “matba” onların elinde değil mi? Bizim Akbank, İş Bankası veya Garanti nasıl para bassın? Aslında mesele çok basit, bu bankalardan birinden tüketici kredisi aldığımda ya da kredi kartımla borç aldığımda banka yoktan para “yaratıyor” ve bunu hesabıma yazıyor. Tabi karşılığını da kendi aktiflerine. Maaşım ay sonunda gelince borcumu ödüyorum ve para yok oluyor.
İşte bu karşılığı olmayan “yaratma” süreci kontrol altında tutulmalı. Elbette insanların ve bankaların birbirine güven duyması güzel ve bu güvenin maddeleşmesi, para olarak elden ele gezmesi gayet kullanışlı. Üstelik para sadece ticarete değil tasarruf yapmaya yarıyor, halkı ve iş adamlarını devletin baskısından koruyor büyük ölçüde. Bu yüzden para gerekli. Ancak parayı “yaratan / üreten” süreç ve aktörler denetim altında tutulmazsa bankalar devletin ve halkın üzerinde tahakküm kurabilirler. Bunun en acı örneğini 2008 krizinden beri ABD yaşıyor. Felaket Avrupa’ya da sıçradı. 400.000’den fazla İspanyol evsiz kaldı meselâ. Yunanistan’ın hali de ortada. (Bkz. Banka Ordudan Tehlikelidir!)
Uzatmayalım, bankalar gereklidir. Ama her iş sahası gibi kanun çerçevesinde kalmalıdır. Nasıl ki ilaç fabrikasına (faydalı diye) çevreyi kirletme serbestliği tanımıyorsak bankalara da sonsuz serbestlik veremeyiz. Hele para üretme süreci yani:
  1. Ulus-devletin merkez bankası yoluyla para basması,
  2. Özel bankaların kredi yoluyla yoktan ürettikleri teminat havuzu
denetim altında tutulmalı. Gezi hadisesine gelirsek… Türkiyedeki bankalar bazen kendilerini hukukun üstünde görebiliyorlar. Çok şükür Türkiye’nin mahkemeleri de bunlara gereken cezaları veriyor. Meselâ:
İşçi sömürüsü

Üç ay önce 1 milyar 116 milyon liralık ceza yiyen bankalar, şimdi de “fazla mesai” soruşturmasına uğradılar. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na bağlı İş Teftiş Kurulu müfettişlerinin banka çalışanlarının şikayeti üzerine harekete geçmesiyle bankaların fazla mesai ödemesi yapmadıkları kaydedildi.Konuyla ilgili soruşturma halen devam ediyor.
Müşteri sömürüsü

Öte yandan, Ankaralı işadamları da, “ortak faiz belirleyen” bankalara karşı dava açtı. Ankara Genç İşadamları Derneği (ANGİAD) mahkemeye verdiği dilekçede, bankaların işadamlarını zarara uğrattıkları ve bu nedenle tazminat hakkının doğduğu vurgulandı. Söz konusu dava Ankara Adliyesi’nde devam ediyor.
Alınteri sömürüsü
Kredi kartları aidatı ve kredi komisyon masraflarıyla sürekli vatandaşı soyan bankalar, iki ay önce Rekabet Kurulu’ndan yedikleri 1,1 milyar liralık cezayla tarihe geçtiler. İş Bankası, Yapı Kredi, Garanti ve Akbank, en fazla ceza yiyen bankalar oldu. Rekabet Kurulu, geçtiğimiz Mart ayında tüketicilerden gelen yoğun şikayetler üzerine bankalar hakkında bir soruşturma başlattı. Rekabet Kurulu’nun dosyaları müzakeresi sonucunda, bankaların mevduat, kredi ve kredi kartı hizmetleri alanında 4054 sayılı Rekabetin Korunması Hakkında Kanun’un 4. maddesinin ihlal ettiği belirlendi. Kurul, bankaların mevduat, kredi ve kredi kartı hizmetleri alanında anlaşma ve uyumlu eylem içerisinde bulunarak tüketiciyi zarara uğrattığını belirledi.
Akbank, Yapı Kredi, Garanti ve İş Bankası, tüketiciyi en fazla mağdur eden dört banka olarak “Birinci Grup Ceza Kesilen Bankalar”ı oluşturdu. Buna göre; Akbank T.A.Ş. 172.165.155,00 TL, Türkiye Garanti Bankası A.Ş. ve Garanti Ödeme Sistemleri A.Ş. ile Garanti Konut Finansmanı Danışmanlık A.Ş.’den oluşan ekonomik bütünlük 213.384.545,76 TL, Yapı ve Kredi Bankası A.Ş. 149.961.870,00 TL ve Türkiye İş Bankası A.Ş. 146.656.400,00 TL ceza aldı. Soruşturma safhasında söz konusu bankaların faiz oranlarını, kredi kart ücret ve komisyonları, kredi komisyonlarını ortak belirleme suçlarını işledikleri belirlendi.  
Peki bu cezaları yiyen banka sahipleri ne hissettiler? Bilemem. Hiç 500 milyon dolar kaybetmedim, zaten hayatta hiç bu kadar param olmamıştı. Ama Türk bankacıların dışlerini gıcırdattıklarını tahmin edebiliyorum. Yani Amerikalı ve Avrupalı meslektaşları bir gecede 700-800 milyar dolar götürüyor, bizim Tayyip Erdoğan bunlara 500 milyon doları çok görüyor. Olacak şey değil!
Evet, Taksim Gezi Parkı olayları bitince herhalde soruşturma vs açılır, gerçekler ortaya çıkar. Ama bana tuhaf gelen bazı şeyler olmadı değil. Türkiye tarihinde bankalara en büyük hukukî baskının yapıldığı bir dönemde birden bire patlak veren gösteriler… Doğayı korumak isteyenler, sonra laiklik endişesi, birden DHKP-C gibi insan öldürmüş devrimci sol terör örgütleri ve nihayet Abdullah Öcalan posterleri ile Atatürk posterleri taşıyanların yanyana anti-AKP bir cephe oluşturması… Bu “anti-kapitalist” harekete destek olan  bankacılar ve holding patronları… Bütün bunlar çok tuhaf.
Ekonomik kriz vurdu, aç kalan, evsiz kalan Yunanlılar, Portekizliler, İspanyollar boş tencerelerle grev yaptılar. Türkiye’de ise karnı en güzel doyan, en zengin kesim boş tencerelerle yürüdü. 2008’den beri bankalar tarafından soyup soğana çevirilen Yunanlılar, Portekizliler, İspanyollar sokaklarda yattılar. Beyaz Türkler ve çakma solcular ise Divan Oteli’ne gittiler, Türkiye’nin en lüks otellerinden birine. Gerçekten tuhaf.

Tayyip Erdoğan’a karşı küresel bir komplo var mı?

Bazen komplo teorisi paranoyak değildir
John F. Kennedy kendi ülkesindeki silah lobisine alıştıkları kırmızı halıyı sermedi. Silah lobisi CIA ve Pentagon’daki bağlantılarını kullanarak türlü baskılar yaptı ama nafile. Kennedy ailesinin dinî inançları ve en mahrem ayrıntılarına kadar özel hayatı da basın yoluyla bu baskıya meze yapıldı, olmadı. Kennedy öldürüldü. Yani komplo teorisi yoktu, komplo vardı, hükümete kurulmuş gerçek bir tuzak.Medya patronları, iş adamları, istihbarat ve ordu mensubu devlet memurları tuzak kurmuşlardı. Kime? Oyla seçilmiş meşru bir devlet başkanına. Kennedy kameraların önünde yediği kurşunlarla öldükten sonra da komplo devam etti. Bazı polislerin, savcı ve hakimlerin dahil olduğu bir çete gerçek katilleri bir müddet korumaya çalıştı; bir kaç keskin nişancının aynı anda ateş ettiği profesyonel saldırı bir akıl hastası tarafından yapılmış gibi gösterildi. Vakti olanlara tavsiye ederim, Kennedy cinayetini biraz araştırın. Amerikan derin devletini tanıyın. Bu derin devlet gerçekten vardır. Yani halkın parasını ve devletin gücünü kendi çıkarları için kullanan yasa dışı VE yasalar üstü bir çete mevcuttur. Bu çeteyle tanışmak için “Amerika Tedavi Edilebilir mi?” isimli kitabımız da okunabilir.
Gelelim Tayyip Erdoğan’a. Taksim olayları sırasında gençlerin “iç ve dış mihraklara alet oldukları” suçlaması yapıldı. Temkinli kalemler ise “komplo teorilerine prim vermeyelim” dediler. Kırıp döken bazı göstericilerinarasında yabancı pasaportlu insanlar yakalanınca “dış mihrak” şüphesi kuvvetlendi. Batı’da prestij kazanmış gazete ve televizyon kanalları da tuhaf işler yaptılar: Köpeğe gaz sıkan bir İtalyan polisini Türk polisi diye yutturmaya kalktılar meselâ. Türk gazetelerinden böyle şeyler görmeye alışığız ama Avrupalıları daha ciddî bilirdik. Bunlarla aynı anda, bazı insan hakları dernekleri olayların başlamasından sonra bir saat bile geçmeden rapor yayınladılar. Twitter’daki garipliklere zaten saymakla bitmez. Bütün bunlar önden hazırlık yapıldığı hissi veriyordu ama buna dayanarak bir hükümet darbesi iddiasına giremeyiz tabi. Birilerinin kötü niyetine işaret edebiliriz en fazla. Peki nedir hükümet darbesi? Bir hükümet nasıl devrilir? 1917 devriminin orkestra şefinden, Troçki’den dinleyelim:
“… Darbe politik değil teknik bir iştir. Sınırlı bir alanda, devletin  hayatî organlarına dosdoğru ve sert bir şekilde vuracak teknisyenler gerekir. Dolayısıyla darbeyi mümkün kılmak sosyal ve politik çabalarla olmaz. Organizasyon, taktik ve teknik bilgi ister …” (Darbe Tekniği – Curzio Malaparte)
Yani hayati sistemleri, yolları, limanları vs kilitliyorsunuz. Devirmek istediğiniz hükümetin ülkeyi yönetemediğini bir şekilde ispat ediyorsunuz ve basın kanalıyla halka duyuruyorsunuz. Tıpkı Salvador Allende örneğinde olduğu gibi ulaştırmayı felç ederek enerji, yiyecek vs sevkiyatını aksatıyorsunuz. Hemen ardından kendi adamlarınızı başa geçirip kilitlediğiniz sistemleri tekrar açıyorsunuz. Böylece hedefinize göre “komünizm / kral / islamcılar / … gitti, biz geldik, ortalık düzeldi” diyorsunuz. Ülkeyi kurtaran millî kahraman rolüne geçiyorsunuz.
komplo3Teknik olarak mesele bu da… Türkiye’de darbe yapmak eskisi kadar kolay değil. Türk ordusu normalleşmekte. AKP’yi sevmeyen subaylar bile böyle eşkiyalıkla bir yere varılmayacağını anladı zaten. Özetle ulusal menzilde, ulusal ordu, ulusal basın vs yoluyla darbe yapılamıyor. Bu tabi artık hiç darbe girişimi olmayacağı anlamına gelmiyor. Yaklaşık iki yıl önce şunları söylemiştik:
“… Troçki’nin teknik darbesini yapmak artık mümkün değil. Aslında teori yine doğru. Ama stratejik yerler eskisi gibi garlar, limanlar değil. “Küreselleşme” demeye alıştığımız ama özünde entegrasyon bulunan bir olgu var. Yani trenler, gemiler yine önemli ama bilgi ve para internet üzerinden ışık hızında hareket ediyor. Bu sebeple Türkiye büyüklüğündeki bir ülkede darbe yapmak için bankaları, yabancı borsaları, internet hizmet sağlayıcıları, uzaydaki haberleşme uydularını da kontrol altına almak gerek. [...] Küresel darbeler dönemine girdiğimizi söylemek sanırım yanlış olmaz …” (Bkz. Türk ordusu neden (artık) darbe yapamıyor?)
Evet, Türkiye’nin, özellikle de Tayyip Erdoğan’ın son yıllarda yaptığı bir çok iş var ki bazı küresel güçleri rahatsız etmekte. Bu sebeple sadece AKP’ye karşı değil Erdoğan’ın şahsına dönük bir nefret birikti. Bu anti-Erdoğan cephesinde doğal olarak yerli Ergenekon çetesinin mensupları var. Ama esas güç dışarıdan geliyor:
  1. Türkiye’deki bankaların disiplin altına alınması sebebiyle faiz lobisi,
  2. İslâm alemini birleştirme çabaları sebebiyle enerji ve silah lobisi,
  3. Petrol boru hatları konusunda Rus firmalara çalım ve Rus tercihlerine nanik yapılması sebebiyle Moskova,
  4. Sanayi ihracatındaki artış, Türk ihracatçıların doğrudan Alman ve Fransız pazarlarını kapması sebebiyle mağdur olan Avrupalı firmalar,
  5. “One minute” ve Mavi Marmara olaylarıyla gücü test edilen ve biraz kof çıkan İsrail…
komplo2Evet, tahmin ediyorum ki anti-Erdoğan ekibi uzun zamandır diş gıcırdatıyordu ve ağaçları korumak isteyen çevrecilerin masum eylemi bu ekibe bekledikleri fırsatı altın bir tepside sunmuş oldu. Bu seferlik maskeleri düştü zannediyorum. Ama bu bir daha küresel darbe olmayacak demek değil. Türkiye yükseldikçe mücadelesi de zorlaşacaktır.
Peki çevreciler ne yapabilirdi bu komploya alet olmamak için? TMK mağduru çocukları başarıyla savunan Mehmet Atak’ın bir zamanlar inernette çok güzel açıkladığı gibi çevrecilerin eylemi yapıp bitirmeleri gerekirdi. Ucu açık, ne zaman biteceği belli olmayan, hedefi açıkça ilân edilmemiş bir eylem her zaman uzama riski içerir. Eylem uzadıkça amacından sapar ve çapulcular, provokatörler vs araya karışır. Hepsine geçmiş olsun diyorum. Artık eve dönebilirsiniz.

Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?

Taksim olaylarından çok daha önce Wall Street Jurnal, BBC,Türkiye, CNN ve Newyork Times gibi kanallarda akla ziyan yorum ve haberlerle kamuoyu oluşturmaya çalışan gazetecileri dikkatle  izlediniz mi? Ortada bir tuhaflık var 
gerçekten. Türkiye’deki gazeteciler neredeyse hiç bahsetmediler ama Tayyip Bey ve saz arkadaşları son zamanlarda bir eşek arısı kovanına çomak sokmuştu. Çomak sokmak ne kelime, tekmeyi vurup yuvalarını bozdu hayvanların. “Bizim” gazetecilerimiz kitap yerine birbirlerinin köşe yazılarını okuyarak ekonomi öğrendikleri için bu haberi ıskaladılar. Diğerleri gibi uyumayan bir kaç istisna var tabi, bir tanesi Cemil Ertem idi:

“… Bu hafta TCMB çok önemli bir karar aldı. Bankaların Kredili Mevduat Hesapları (KMH) faizine ciddi bir sınırlama getirdi. Burada haksızve fahiş faiz oranı tavanını yüzde 2.2 olarak belirledi. Bankalar, bu hesaplara aylık yüzde 5’e kadar çıkan faizler uyguluyordu. İnanın bu Cumhuriyet tarihinde finans oligarşisine vurulmuş en 
büyük darbelerden birisidir. KMH’ları liderliğini -bir kamu bankasını dışarıda tutarsak- İş Bankası yüzde 20 ile elinde bulunduruyordu. Bakın Türkiye’de finans oligarşisinin hortumunu kestiğinizzaman ya da objektif koşullar gereği, finans oligarşisi gerilediği zaman, rejim önce sallanır, sonra değişir. Tabii darbe ile… 1960, 1971, 1980 ve 28 Şubat 1997… Hep böyle olmuştur. Çok yazdım ama yine yazayım; 28 Şubat’ın en ciddi ekonomik nedeni, Erbakan’ın faizleri hızla düşürecek -çünkü kamu borçlanma gereği de aşağıya geliyordu- havuzsistemi idi. Bu sistem, kamu iktisadi teşebbüslerinin (KİT) hesaplarını bir kamu bankasında topluyor ve KİT’ler 
yine, ihtiyaçları olduğu zaman, bu ortak havuz hesabından düşük faizle borçlanabiliyorlardı. Bu faizleri hızla aşağıya çekecek bir uygulama olduğu gibi, finans oligarşisinin faiz hortumunu kesiyordu. Sonuçta 28 Şubat oldu ve bunun gibi birçok hortum yeniden -askerle- tesis edildi …”

Evet, paranın değeriyle oynayabilen, çalışmadan insanların sırtından geçinen bu eşek arıları, bu kravatlı eşkıyalar sırf Tayyip Bey istedi diye bal arısına dönüşecek değiller. Ellerinden geleni yapacaklar. Türkiye’nin başına itaatkâr bir diktatör koymak istiyorlar. Ahlaken yanlış ama stratejik olarak “doğru” hareket ediyorlar.

Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?
www.derindusunce.org Fikir Platformu

22 Aralık 2013 Pazar

17 Aralık Operasyonunda gözden kaçan ayrıntılar - Soner Yalçın

Operasyonda gözden kaçan ayrıntılar
19.12.2013 10:28

Gazeteci Soner Yalçın, Sözcü Gazetesi’ndeki köşesinde, 17 Aralık Operasyonu’nda gözden kaçan ayrıntıları kaleme aldı.
Soner Yalçın bugün yayınlanan yazısında, operasyonun uluslararası ayrıntılarına dikkat çekerek şarkıcı Ebru Gündeş’in eşi olarak ön plana çıkan ve operasyonda gözaltına alınan Reza Zarrab’ın bilinmeyen portresine de yer verdi. İşte Soner Yalçın’ın bugün Sözcü Gazetesi'nde yayınlanan yazısı:

"Soru’suz gazetecilik olmaz.
17 Aralık Operasyonu “bizim mahalleyi” çok sevindirdi. “Tayyip’in şerefine” rakı içtik. 7 yıldır sahte delilerle yapılan her polis operasyonunda asılan yüzlerde bu kez gülücükler vardı.
Ben “oyunbozanlık” yapacağım.
Kuşkusuz AKP belediyelerinde, TOKİ’de, Marmaray’da büyük hırsızlık vardır. Bunlara söyleyecek sözüm yok. Ama benim bazı kişilerle ilgili şüphelerim var…

BUNLARI BİLMENİZ ŞART
Önce veriler sıralamalıyım:
- Türkiye’nin 2011’de 3.7 milyar dolar olan altın ihracatı, 2012’de 16.3 milyar dolara ulaştı. Böylece İran-Türkiye ticareti yüzde 176 arttı. Türkiye’nin en çok ihracat yaptığı ülke İran oldu.
- Geçen yıl bütçe görüşmelerinde Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan şöyle konuştu: “Altın ihracatının yüzde 60’ını İran’a yaparken, bunun yaklaşık yüzde 30’unu Birleşik Arap Emirlikleri’ne yapıyoruz.”
- Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, Türkiye’nin altın ihracatının artmasına açıklık getirdi. “En önemli neden İran” diyen Babacan, “Gazın parasını TL olarak banka hesabına yatırıyoruz. İran döviz olarak kendi ülkesine götüremediği için, altın alıp götürüyor.” Babacan, bu uygulamanın ABD’nin İran’a yönelik yaptırımlarından kaynaklandığını söyledi.
- ABD’nin İran yaptırımları uygulanmasını denetlemekle görevli Hazine Bakanlığı Müsteşarı David Cohen, 1 Temmuz 2013’ten itibaren İran’a ait özel ve devlet kuruluşlarına değerli metaller satışını yasaklandığını açıkladı. ABD Temsilciler Meclisi Dışişleri Komitesi’ndeki şöyle konuştu: “Altın yasağını ihlal eden herkese karşı yaptırımlarımızı istisnasız uygulayacağımızı hem devletlere hem de özel sektöre açıkça belirttik. (…) Türkiye’den İran’a altın gittiği konusunda hiç kuşku yok.” Washinton ardından Türkiye ve BAE’ne, İran’a altın göndermeyi bırakmaları çağrısında bulundu.
- 2013’te Türkiye’nin İran’a altın ihraç edememesi dış gelirlerine darbe vurdu. Altın ihracatı yüzde 62.4 azaldı.

RUHANİ 17 ARALIK’TA GELECEKTİ
- Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, 25 Kasım 2013’te şu sözleri etti: “Ambargoların önümüze koyduğu seti kaldıracağız. Türkiye, altın ve kıymetli madenler başta olmak üzere diğer ihraç ürünlerini de İran’a yeniden sevk edebilecek.”
15-16 Ocak 2014’te Başbakan Erdoğan’la birlikte İran’da olacaklarını belirten Çağlayan, “Önümüzdeki 2014’ün altı ayını en iyi şekilde değerlendireceğiz. Bu nedenle İran’a yapacağımız seyahat büyük anlam taşıyor” dedi.
- İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, 1 Kasım 2013’te Türkiye’ye geldi.
- Kasım sonunda Tahran’da Ekonomik İşbirliği Teşkilatı Dışişleri Bakanları toplantısına katılan Ahmet Davutoğlu şu açıklamayı yaptı: “Temaslarımın son gününde İran Cumhurbaşkanı Sayın Ruhani tarafından kabul edildim. 17 Aralık’ta da kendisinin Türkiye’ye gelmesini bekliyoruz.” Davutoğlu, bunu Twitter’daki İngilizce hesabından da açıkladı.
- Türkiye, 17 Aralık’a polis operasyonuyla uyandı. Ve İran Cumhurbaşkanı Ruhani Konya’ya gelmedi.
- Kim geliyor dersiniz; ABD’nin İran yaptırımlarının uygulanmasını denetlemekle görevli Hazine Bakanlığı Müsteşarı David Cohen bugün Türkiye’ye geliyor. Cohen’in gezisi, Almanya, İngiltere ve İsrail’i de kapsıyor.

REZA ZARRAB İRAN AJANI MI
Adı Reza Zarrab.
29 yaşında. İran Tebrizli.
Şarkıcı Ebru Gündeş’in kocası. Türkiye kendisini öyle tanıdı. Zarrab ile ilgili medyada nedense sadece magazin haberleri var.
Oysa ilginç bir portresi var:
İş hayatına Birleşik Arap Emirlikleri’nde/Dubai’de 1996’da başladı.
Al Nafees Exchange ve Al Salam Center Exchange firmaları ile Dubai’de finans ve para piyasalarında faaliyet gösterdi.
2008’de Türkiye’ye geldi.
Babası Hüseyin Zarrab ve kardeşi Muhammed ile birlikte İstanbul’da “Royal Denizcilik A.Ş.” kurdu. Ardından demir çelik ve inşaat sektörüne girdi ve şirketinin adı “Royal Denizcilik Endüstriyel Makine Sanayi Ticaret A.Ş.” oldu.
27 Ekim 2011 tarihli Ticaret Sicili gazetesine göre, altın işlerini de yapmak için ismine bir ek yaptı. Şirketin yeni ismi bu tarihten itibaren “Royal Denizcilik Endüstriyel Makine ve Kıymetli Madenler Sanayi Ticaret A.Ş.” olarak değiştirildi.
Bu tarih, Türkiye’nin İran ve BAE altın ihracatında patlama yaptığı yıl.
Bugün Royal Holding bünyesinde 8 şirket var.
Bunlardan biri, “Safir Altın.”
Şirketin faaliyet raporundan okuyalım: “2012 yılında altın ve kıymetli madenler ithalat ve ihracatı yapmak üzere kurulan Safir Altın Ticaret Limited Şirketi, 2012 yılında Türkiye’nin gerçekleştirdiği 12 milyar dolarlık altın ihracatının % 46’sını gerçekleştirdi.”
Royal Holding’in yönetim kurulu başkanı 29 yaşındaki bir genç adam yapıyor bunları! Zarrab, İran istihbaratının elemanı olabilir mi? Şu nedenle sordum…

ÖRTÜLÜ PARA İŞLERİ NASIL YAPILIYOR
Türkiye, doğalgaz ihtiyacının yüzde 20’sini İran’dan karşılıyor. Bunun ödemesini altınla yapıyor. Nasıl mı?
İran’da devletin imtiyaz (özel hak) tanıdığı işadamları var. Anlaşılan o ki Reza Zarrab bunlardan biri. İran devleti, dış ticaret yapan bu isimlere düşük kurdan döviz sağlıyor.
“Dolar” ABD’nin sıkı kontrolünde olduğu için işlemler “euro” olarak yapılıyor. Elindeki “tümeni” (İran para birimi) veren imtiyazlı işadamı parasını dönemin kuruna göre örneğin, 2.100 tümen karşılığı 1 euro hesabından dövize çeviriyor. (Başka bir İranlı bu işlemi daha yüksek bir kur olan 2.250 tümenden 1 euro satışı yapabiliyor.) İmtiyazlı işadamı İran’dan euro’ya çevirdiği parayı Türkiye’ye getiriyor ve altın alıyor.
Satın aldığı altınları fiziki olarak İran’a ihraç eden bu imtiyazlı işadamı ülkesinde bunu yüksek kurdan elinden çıkarıyor ve aradaki kur farkından kâr elde ediyor.
Birleşik Arap Emirlikleri/Dubai gibi ülkeler de bu örtülü ticarette kullanılıyor.
Reza Zarrab’ın yaptığı bu. Türkiye’ye toplamda getirdiği paranın 87 milyar euro olduğu söyleniyor. Bu para Türkiye cari işlemler açığının biraz olsun kapatılmasına yarıyordu.

Gelelim finale…
ABD MİLLETVEKİLLERİNİN MEKTUBU
Washington‘ın en güçlü lobi örgütlerinden İsrail yanlısı AIPAC bu nisan ayında bir imza kampanyası başlattı. 47 ABD milletvekili destek verdi. Mektup ABD Başkanı ve Dışişleri bakanına gönderildi. Diyorlar ki:
“İran’a altın transferinde aktif olarak bulunan Halkbank’ın kara listeye alınmasını bekliyoruz.”
Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın oğlu Kaan Çağlayan, Reza Zarrab ve Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan gözaltına alındı. Banka sadece bir günde borsada 12.4 değer kaybetti.
Bu “örtülü para transferlerinde” ülke kasası yerine kendi ceplerine de bir şey koydular mı bilmem.
Ama benim “büyük resimden” gördüğüm bu.
Fethullah Gülen‘in Yeşil Kart başvurusu için mahkemeye destek mektubu veren CIA ajanları George Fidas ile Graham Fuller, 17 Aralık Operasyonu hakkında ne düşünüyor acaba?

Yazdım; soru’suz gazetecilik olmaz!..
NOT: Evet bu yazı Erdoğan’a ders olsun. Çünkü biz gazeteciler gerçeğe aşığız ve sadece hakikatı ararız. Onun yandaş gazetecilerinden farkımız budur."
Soner Yalçın

Odatv.com

2013'te Aramızdan Ayrılan Ünlüler

Nasıl bir 2013'tü sonundaki 13 ün sırrı mıdır biraz sorunlu geçti. İyi gel 2014 lütfen iyi gel.  2013 yılı tüm sevdiklerimizi bir bir alıp götürdü.Tüm Türkiye'nin gönlüne taht kurmuş birbirinden değerleri bu isimlerin ayrılışı tüm sevenlerini yasa boğdu. İşte bu yıl içerisinde hayatını kaybeden Türkiye'nin tanınmış simaları...

24 Kasım 2013 Pazar

Yeni 24 Kasım


Öğretmenlik, yarının geleceğini bugün inşa eden ve geleceğin nasıl olduğuna yön verecek olan bir meslektir.

Bugün; Bazen tekme tokat dövülen, olmadık laflarla sövülen. Bazen bıçak, sustalı hatta silah çekip okul ortasında kovalanılan bir meslektir, öğretmenlik.
Kar, kış demeden, kadro, sözleşme demeden işinin başında olunan bir meslektir öğretmenlik. 
Önünde saygı ile eğilmesi gerekirken maalesef hiçbir itibarı kalmayan( istisnalar hariç) bir meslektir öğretmenlik. 
Kutsal yapısından uzaklaşmış, saygı ve sevginin kalmadığı bir meslektir öğretmenlik.

9-10 yaşında çocukların saygısızca makara geçtiği, Hayat Bilgisi, Pis Yedili, Arka Sıralar gibi akıllara zarar dizilerin etkisiyle bozulan öğrencilerin, eğitilmeye çalışıldığı bir meslektir öğretmenlik.

Bir çok soru ve sorunu içinde barındıran, hak ararken meydanlarda dövülen bir meslektir öğretmenlik.

Taşın altına elini koyup, biz nerede yanlış yapıyoruz diye herkesin kendi kendini sorgulaması ve acil çözümlerin üretilmesi gereken meslektir öğretmenlik.

Cevrikalfa İlköğretim Okulu, Mahmutpaşa Orta Okulu ve Pertevniyal Lisesinde hayatıma dokunmuş tüm öğretmenlerimin ve hala zorluklar içinde eğitim için çaba sarf eden tüm öğretmenlerin ellerinden öperim. Gününüz kutlu yarınınız umutlu olsun.

Saygı ve sevgilerimle.

25 Ağustos 2013 Pazar

Farklı taraflarımız olmalı


Neler oluyor diye bile sormak istemiyorum kendime.
Haber seyrettikçe, dinledikçe yada okudukça nevrim dönüyor artık.
Neler olduğunu bildikçe, anladıkça bir kaplumbağa gibi kapanmak istiyorum kabuğuma.
Kimse kimseyi anlamıyor, anlamak istemiyor, bilerek anlaştırılmak istenmiyor çünkü amaç anlaşmazlıklar içinde yaşanması zor bir hayat içine sokmak. Hiç düzelmeyen ruh halimizi daha da bozmak.
Neden anlaşalım, neden birbirimizi sevelim ki ne gerek var ki. Sen benim gibi düşünmüyor ve benim gibi yaşamıyorsan benden değilsin.
Herkes bizim gibi düşünsün, sakın farklı sesler çıkmasın, sakın farklı yanlarımız olmasın. Amman hepimiz birbirimize benzeyelim.
Ben, benim gibilerle yaşamak istiyorum, istemeyen defolsun gitsin. Benim gibi olmayan yerin dibine batsın. Benim gibi düşünmeyeni anlamak onu dinlemek zorunda değilim ki… Biz ne dersek o.
Hem siz kimsiniz ki bize yol göstermeye çalışıyorsunuz, önce haddinizi bilin de öyle konuşun. Öyle ya senle ben bir miyiz?
Seni dinlemiyorum, sen faklı konuşuyorsun, bakışın çok farklı sus! lütfen, bla bla blaaaa blaaa.. Dinlemiyorum seni! Bak hala konuşuyor ya, senin var ya ağzını yüzünü…

Ne oluyor arkadaş, neler oluyor.
Dünya iyice bir birine girmiş ve her yanımız kan gölü iken neden biz kendi kendimizi yemeye, ezmeye  çalışıyoruz ki. Lütfen geçmişte yapılan hatalar şimdi yapılmasın. Gerçekten birbirimizi daha çok dinmeleye ve anlamaya ihtiyacımız olduğu bir dönemdeyiz.
Her ne tarafta olursak olalım, biraz daha karşımızdakini düşünmeye anlamaya çalışalım. Bugün güç iktidar bende diye her düşündüğümüzü her istediğimizi yapamaya çalışamayız. Her şey bizim istediğimiz gibi olamaz. Ya da biz iktidar gibi düşünmüyoruz diye yakıp, yıkamayız.
Yaşadığımız son 40-50 yılda güç çok kere el değiştirmiştir. Ve güç olması gereken yere yani halkın eline doğru gitmektedir. Nasıl mı?
1983’lere kadar asker gücüyle yönetilen memlekette yaşananlar hiçbir zaman unutulmadı. Asker o kadar güçlüydü ki meclisin üzerinde bir çok irade almış ve çok kere meclisi fes etmişti. Nitekim 1980’de de böyle oldu ve asker bir kez daha meclise dur dedi.
1983’e kadar devam eden asker gücü  bu sefer sivil bir yapıya dönüştürülmeye çalışıldı ve makyajlı vekillerden partiler kuruldu ve emekli askerlerden (Bülent Ulusu)başbakanların çıkarıldı dönemlerden geçildi.
Ne zamana ki 1983’te Anavatan Partisi ortaya çıkana kadar, işte gücün sivilleşmeye başladığı yıllar. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Ve netekim olmadı da. Halkın içinden çıkardığı bir temsiliyet iktidardaydı. Tabi ki gücün el değiştirmesi herkesin içine kolay sindireceği bir şey olamazdı. Özal’la birlikte terör belası sardı ülkeyi Asala bitmiş başka bir örgüt yıllarca bu ülkenin başına bela olacaktı, hala olmuyor mu?
Özal’dan sonra ülke de çok şey değişti ve değişmeye devam etti. Ta ki Özal ülke siyasetinden silinene kadar. Sonra yine kaos ve koolisyon iktidarları geldi. Ülke yine bunalmış ve arayış içine girmişti. Güç kendine yer arıyordu ve AK parti ile yeni yerini bulmuştu. Unutulmuş ve kendine önem verilmediğini hissedenler, kendine umut olacağını düşündüğü ve kendilerinin arasından geldiğini gördüğü yeni bir oluşuma güç imkanı verdi. AK parti ilk seçim döneminde büyük bir oy oranıyla ülke tarihindeki yerini aldı. Akparti ile de çok şey değişti.  Kendisinden önceki dönemlerde güç sahibi olan asker artık meclisin altında bir kurum olarak çalışan bir yapıya girdi. Kimi için çok iyi kimi için berbat sayılan düzenlemeler yapıldı zaten konumuz bu değil. Amaç parti çalışmalarının reklamı değil, sistemin değişimi.
Partilerin değerlendirmesini halk zaten kendi yapıyor. Bakınız ülke tarihinde büyük kararlar almış ANAP, DYP, DSP gibi partiler artık siyasi tarihin derinliklerinde yerlerini aldılar. Bu partilere oy verenler değil mi yine bu partileri tarihin karanlık sayfalarına gömenler. Artık önemli olan halkın ne isteği. Halk kendini adam yerine koymayanları, hep ikinci plana atanları, sözlerini dinlemeyenleri, ötekileştirenleri ne yapacağını ve nasıl yapacağını evelallah çok iyi biliyor. Biz yeter ki elimizdeki halk olma gücünü yitirmeyelim. Gerisi elbet bir şekilde oluyor.
Herkes aynı düşünceyi paylaşmak zorunda değildir. Farklı taraflarımız olmalı, özgürlüğünde bir sınırı olmalı ve senin özgürlüğünün kısıtlamaya başladığı yerde, benim özgürlüğüm bitmeli.