23 Kasım 2014 Pazar

Keşke

Kendimiz ile ilgili muhasebe yaparken keşkelerin oranı bize hayatta nasıl bir yol aldığımızı gösterir diye düşünüyorum. Hani “keşke, şunu yapsaydım böyle olmazdı” ya da “keşke şunu yapmasaydım da böyle olmasaydı” dediğimiz keşkeler. Şöyle bir an durup geldiğimiz yere bakalım, neredeyiz? “Allah’a şükür öyle çok keşke diyeceğim bir durum yok.



Hemem hemen her şey gönlümce ve isteklerim doğrultusunda oldu ve keşke diyebileceğim öyle içimi acıtacak durumlar yaşamadım.” Diyorsanız tebrikler süper bir his olmalı. Yoksa “Aman Allah’ım ne kadar da çok keşkem varmış. Keşke ailemin sözünü dinleseydim, keşke o kararı almasaydım, keşke sussaydım, keşke konuşsaydım, keşke… ,keşke….“ diye listesi uzayıp gidenlerden misiniz?
O zaman size de Allah kolaylık versin.

6 Eylül 2014 Cumartesi

Türkiye’nin zeytinliklerinin ölüm fermanına hayır! #ZeytinHayattır

Zeytin, kültürümüzün, yemeklerimizin, Ege’nin olmazsa olmazı şimdi bu topraklardan göçüp gitmek üzere. Bölgede en büyük zeytin üreticisi olan Türkiye, kendi elleriyle zeytini öldürmeye kalkıyor. 2006 yılından beri defalarca kez denendiği gibi bu kez de zeytincilik ve doğa katledilmek isteniyor. Meclis’e getirilen yasa tasarısı onaylanırsa, ne sofralarda zeytin eskisi gibi olacak, ne de zeytincilik… Barışın sembolü Anadolu topraklarından sökülüp atılacak! Şimdi, bu kampanyayı imzalayarak yetkililerden zeytinliklerden ellerini çekmelerini ve zeytinin ölüm fermanı anlamına gelen yasa tasarısını iptal etmelerini isteme zamanı!
Eğer yasa tasarısı onaylanırsa, zeytinliklerimiz madencilerin, enerji şirketlerinin, yol müteahidlerinin ve inşaat devlerinin arka bahçesi haline gelecek. Bugün hepimizi besleyen, yüzlerce aileyi doyuran topraklar birer şantiye, zehir depolama sahası olacak. Yeni yasa, zeytinlikleri bu faciaya açmakla kalmıyor, zeytinliğin tanımını toptan değiştiriyor. Bu tasarıyla, 25 dönümden (25.000 metrekare) küçük zeytinlikler sıradan arazi olarak görülüyor. Türkiye’deki zeytinliklerin ortalama büyüklüğünün 10 dönüm olduğu düşünülürse, yasa tasarısının çaldığı tehlike çanları daha da yakından duyuluyor. Hep beraber harekete geçerek zeytinlikleri kurtarabilir, tüm Türkiye’nin bu konudan haberdar olup kenetlenmesini sağlayabiliriz. Lütfen kampanyayı imzala, paylaş, duymayan kalmasın. Umutla,

1 Haziran 2014 Pazar

Viktor Hugo

Victor Hugo, 26 Şubat 1802'de Fransa'nın Besancon kasabasında dünyaya geldi. Babası Leopol Hugo bir generaldi. Hugo, yetişmesinde annesine çok şey borçludur. Bundan dolayı annesini her zaman minnetle anmıştır. Victor Hugo'nun çocukluğuna rastlayan devir Fransa'nın en çalkantılı devridir. Bu yüzden hayatının ilk yılları oradan oraya göçmekle geçmiştir. Victor, okula başladıktan kısa bir zaman sonra hayret verici gelişmeler gösterir. Bir süre sonra babası tarafından bir manastır mektebine verilir. Bu okulda tanıdığı kırmızı ve çirkin yüzlü bir kambur hademe onun sonraları yazacağı "Notre Dame'ın Kamburu" adlı ünlü romanın kahramanı olacaktır. Manastırdan bir yıl sonra ayrılmak mecburiyetinde kalır. Bu arada bulabildiği her çeşit kitabı okumayı sürdürmektedir. Kısa bir süre sonra, daha 13 yaşına gelmeden manzumeler yazmaya başlar. 15 yaşında ise, Fransız Akademisi'nin açtığı "Hayatın Çeşitli Halleri Karşısında Bilginin Sağladığı Saadet" mevzuundaki şiir yarışmasında birincilik mükafatını alır. Bu yarışma aynı zamanda kabiliyetini ilk defa dışarıya göstermesine vesile olmuştur. 1819'da 17 yaşında Toulouse Akademisi'nin şiir yarışmasında en büyük mükâfat olan "Altın Zambak"ı kazandı.

İlk şiir kitabı 1822 de "Methiyeler" adıyla neşredildi. İlk romanı ise 1823'de 4 cilt halinde çıkan "İzlandalı Han" olmuştu. Victor Hugo'nun gerek edebiyat muhitlerinde gerek yayın hayatında ünü gittikçe artıyordu. 1824'te "Yeni Methiyeler", 1826'da "Bug Jurgal" ve daha sonrada her yıl verdiği yeni eserler, onu kısa zamanda aranan yazar haline getirmişti. Fakat Hugo, kendisini dünya çapında şöhret yapan eserlerini olgunluk çağında vermiştir. Bu eserler; 1831'de "Notre Dame'ın Kamburu", 1859'da "Asırların Efsanesi" 1862'de "Sefiller"dir. Diğer mühim eserleri: Dinler ve Din, Ulu Merhamet, Allah, Şeytanın Sonu, Deniz İşçileri"dir. Büyük yazar 15 Mayıs 1885'de geçirdiği rahatsızlıktan 7 gün sonra hayata gözlerini kapamıştır.

Fransız romantizminin öncüsü sayılan ve romantizmi edebiyatta yeni bir ekol olarak kabul ettiren Victor Hugo'nun "Sefiller"i romantik akımın dev eserlerinden biridir. Yazılmasına 1840'ın ilk aylarında başlanan "Sefiller," daha sonraki 10 sene zarfında Hugo'yu meşgul etmiştir. Ancak 1862'de tamamlanan eserinin önsözünde Victor Hugo şöyle der:
"Yeryüzünde kanunlar, ananeler yoluyla meydana getirilen sun'i cehennemler, Allah vergisi kaderi uğursuz insanların elinin karıştırdığı cemiyetler bulundukça; asrımızın başlıca üç meselesi —erkeğin yoksulluk yüzünden alçalması, kadının açlık yüzünden düşmesi, çocuğun okumamışlık yüzünden kabiliyetlerinin mahvolması — halledilmedikçe; bazı bölgelerde cemiyetin insanları boğması mümkün oldukça, daha geniş bir zaviyeden başka bir tabirle yeryüzünde cehalet, sefalet bulundukça bu gibi kitaplar faydasız olmayacaktır."

Victor Hugo bu kitabı yazmaktaki gayesini şöyle hülasa eder:
"Şu anda okuyucunun eli altında bulunan kitap, eksikleri, üstün veya zayıf tarafları ne olursa olsun, bir baştan bir başa bütünü de, teferruatlarında kötülükten iyiliğe, adaletsizlikten adalete, sahtelikten hakikate, geceden gündüze, ihtirastan vicdana, çürümüşlükten hayata, canavarlıktan vazifeye, cehennemden cennete, sefaletten Allah'a doğru bir yürüyüştür. Çıkış noktası madde, vardığı nokta ruhtur. Başlangıçta canavar neticede melektir."

Bu eser çok geniş bir çerçeve içinde çeşitli tabakalardan şahıslarla, cemiyet hayatından kalb sızlatıcı sahnelerle, insan ruhunun türlü sıkıntılarıyla örülmüş bir sanat abidesidir. İçtimaî sefaletleri, bütün teferruatları sebep ve neticeleriyle incelemekte, insanın saadeti için çareler göstermektedir. Romanın baş kahramanı Jean Valjean edebiyat tarihinin unutulmaz şahıslarından biri olarak kalmıştır.

Hâdise 19. yüzyıl Fransa'sında geçer. Fakir bir genç olan Jean Valjean dürüst, saf bir köylüdür. Kızkardeşinin aç çocuklarını doyurabilmek için ekmek çalar ve yakalanır. Beş yıl ağır kürek cezasına mahküm olur. Daha sonra kaçmaya teşebbüs ettiği için cezası 19 yıla çıkarılır. Nihayet 1815'de serbest bırakılır. Ne var ki, ufak bir sebep yüzünden girdiği hapishanelerde senelerdir çektiği azap ruhunu karartmış, iyilik hislerini köreltmiştir. Hapishaneden çıkması soğuk bir kış gününe rastlar. Fakat barınacak bir yer bulamaz. Yemek ve yatmak için nereye başvurur ise sabıkalı olduğundan bütün kapılar yüzüne kapanır. Yalnız iyilik sever ve faziletli bir din adamı olan Myriel onu evine alır. Jean Valjean, Myriel'in sıcak alakasına şaşar. Ama insanlara karşı kin dolu olduğundan, gece din adamının çok kıymet verdiği gümüş şamdanları çalıp kaçar. Fakat polis tarafından yakalanır. Myriel polise şamdanları kendisinin verdiğini söyler. Böylece Jean Valjean serbest bırakılır. Yalnız kaldıkları zaman din adamı şamdanları Valjean'a hediye eder. Myriel'in bu asil davranışı ve iyilik tavsiyeleri Jean Valjean'ın içinde fazilet ışığını yakar.

Bir süre sonra Jean Valjean bir başka şehirde Madeleine adıyla yaşamaya başlar ve kısa zamanda zengin olur. Halk, Valjean'ı iyilik meleği gibi görür. Bu arada Valjean, Fantine adlı hasta fakir bir kadının acıklı hikâyesine şahit olur. Kadın parasızlık yüzünden küçük kızını kötü kalpli bir aileye emanet etmek mecburiyetinde kalmıştır. Fantine hastalığı sebebiyle ölürken Valjean ona kızını kendisinin bakacağına dair söz verir. Diğer yandan kasabanın polis müfettişi Javert, Jean Valjean'dan şüphelenmektedir. Bu şüphelerini polis müdürlüğüne bildirir. Fakat gelen cevapta Valjean'ın yakalanmış olduğunu öğrenir. Javert bunun üzerine Madeleine'ye kendisini eski bir kürek mahkumu olan Jean Valjean'a benzettiğini fakat gerçek Valjean'ın yakalanmış olduğunu bildirir ve ondan özür diler. Valjean bunun üzerine kendisinin yerine yanlışlıkla başkasının yakalandığını anlayarak vicdan azabından kurtulmak için polise teslim olur. Fakat bir süre sonra tekrar kaçar ve Fantine'in küçük kızı Cosette'i yanına alarak yaşamaya başlar. Uzun süre kızı gibi sevdiği Cosette ile saadet dolu günler geçiren Valjean'ın, Cosette'in Marius adlı bir gençle evlenmesiyle saadeti son bulur. Çünkü Valjean, Marius'a eski bir kürek mahkumu olduğunu söylemiş, Marius da bunun üzerine Valjean'ın kızını görmesini engellemiştir. Zavallı adam sadık hizmetçisi ile birlikte evine kapanır. Üzüntüsünden ve Cosette'e olan hasretinden gün geçtikçe çökmeye başlar. Bu arada Marius, Valjean'ın ne kadar iyi bir insan olduğunu öğrenir. Cosette'i alarak Jean Valjean'ın yanına gelir. Ancak, Valjean ölmek üzeredir. Çektiği ızdıraplara rağmen bu iki genci bağrına basar. Din adamının kendisine verdiği gümüş şamdanları onlara verir ve ölür.

Victor Hugo'nun din, tabiat, cemiyet üçlemesinden meydana getirdiği bu büyük şaheserini yazmaktaki maksadını kısaca şu sözlerinden anlamak mümkündür:
"Hiç şüphesiz bir başka âlemin bekleme salonu olan bu dünyada tam manası ile mesut insan yoktur. Aslında insanlar ikiye ayrılırlar. Aydınlıkta olanlar ve karanlıkta olanlar. Karanlıkta olanların sayısını azaltmak, işte hedef! Biz bunun için maarif ve ilim diye haykırıyoruz."

Hugo'nun Sefiller'de anlatmak istediği tedrisat ve ilim anlayışı içinde, dini maarifde yer almaktadır. Bunu da Fransız kurucu meclisinde yaptığı bir konuşmasında şöyle açıklar :
"Din tedrisatı bugün her zamankinden çok daha lüzumludur. İnsan büyüdükçe daha fazla inanmak mecburiyetindedir. Şahıs Allah'a yaklaştıkça Allah'ın sıfatlarını görmek mecburiyeti ile karşı karşıyadır. Zamanımızda bir felaket var ki, o da herşeyi maddi hayata bağlı görme temayülüdür. Bu, insana gaye olarak yalnız dünya hayatını göstermekle bütün sefaletlerin tesirini ağırlaştırıyor. Bedbahtların acılarına, fakirliğin çekilmez yükü ekleniyor. İşte içtimâi kıvranışlar bundan ileri geliyor. Geçici sefaletlerimiz ebedi ümitlerin işin içine girmesi ile ne kadar azalıyor. Hepimizin vazifesi, kanun koyucu olarak veya din adamı veya yazar sıfatıyla maddi ve manevi sefaletle mücadele etmek, onun her şeklini yok etmek için bütün içtimaî gücü ortaya koymak ve kullanmaktadır. Aynı zamanda başları göğe doğru kaldırmak, bütün ruhları ve bütün dikkatleri adaletin gerçekleşeceği bir gelecek hayata yöneltmektir. Hiç kimsenin haksız ve faydasız yere acı çekmeyeceğini söylemektir. Maddi dünyanın kanunu denge olduğu gibi, manevi dünyanın kanunu da doğruluktur. Ve herşey Allah'a varır. Şunu unutmamalı ve herkese öğretmeli: İnsan bütünüyle ve ebedi olarak ölecek olsaydı hayatın değeri kalmaz, hatta hayat, harcanan zahmete değmezdi. Izdırabı hafifleten, gayreti mükâfatlandıran, insanı güçlü, iyi , iffetli, sabırlı, iyiliksever, adaletli aynı zamanda hem ağırbaşlı hem büyük yapan idrâka ve hürriyete kabiliyetli kılan şey bu hayatın karanlıkları arasında ebedi dünyanın sürekli müşahedesidir.

Victor Hugo, dinin insan için gerekliliğine inanır. Allah tanımaz felsefeye karşı çıkar. Bununla beraber felsefenin zaruri olduğunu kabul ederdi. Aşağıdaki sözlerinden felsefe hakkındaki görüşlerini öğrenebiliriz:
"Dua etmek şekline gelince hepsi iyidir. Yeter ki, samimi olsun. Kitabınızı ters çevirin, sonsuzluğa dalın. Sonsuzluğu reddeden bir felsefe olduğunu biliyoruz. Bir de güneşi inkar eden felsefe var. Bu bir çeşit hastalıktır. O felsefenin adı körlüktür. En tuhaf olanı da Allah'ı gören felsefeye karşı bu gözü kapalı felsefenin yukarıdan bakan acıma dolu halleridir. Sanki bir köstebeğin bağırdığı duyulur:
"Güneşlerinden dolayı onlara acıyorum."

Hep biliyoruz ki pek tanınmış inkârcılar vardır. Gerçekten bunlar kendi vicdanlarıyla hakikate döndüklerinde, imansız olduklarından pek de emin değillerdir. Bu, onlar için bir tarîf hadisesidir. Her ne olursa olsun, Allah'a inanmasalar da üstün zekâlar olduklarından Allah'ı ispat ederler.

Ebediyeti inkâr, dosdoğru hiçbir şeye inanmamaya götürür. Herşey sonunda bir ruh mefhumuna dayanır. Hiçbir şeye inanmayanla tartışılamaz. Çünkü böyle biri, karşısındakinin varlığından şüphe eder. Kendi varlığından da emin değildir. Onun görüş noktasından kendisi de kendisi için düşündüğü bir mefhum olabilir. Yalnız inkâr ettiği şeyi, bir tek "düşünce" kelimesini söylemekle toptan kabul ettiğinin farkında değildir. Kısaca, herşeyi bir tek kelime ile "Hayır"a bağlayan bir felsefeyle, düşünceye hiçbir yol açık değildir. Hayır'a bir tek karşılık vardır; evet. Hiçbir şeye inanmamanın alanı dardır. Gerçekte "mutlak hiçlik" diye birşey yoktur. Herşey bir şeydir. İnsan ekmekten çok, birşey kabul etmekle yaşar. Görmek, yükselmek bile yetmez. Felsefe bir güç olmalıdır. Bir başkâ deyişle saadet adamından hikmet adamını çıkarmalıdır. İlim kalbe kuvvet vermeli. Zevk almak, ne acı bir hedef, ne zavallı bir ihtiras! Düşünmek, işte ruhun gerçek zaferi... Düşünceyi insanların ebediyetine uzatmalı, onların hepsine, iksir gibi Allah inancını vermek, insanda vicdana ilmi kardeş etmek, bu esrarlı karşılaştırmalarıyla insanı âdil hale getirmek... Gerçek vazifelinin vazifesi işte budur. Ahlâk gerçeklerin bir açıklamasıdır. Düşünmek, harekette bulunmaya sevkeder, böylece, felsefeyken din mertebesine yükselir.
Felsefe, bilinmezleri rahatça seyretmek için, meraka rahatlık sağlamaktan başka neticesi olmayan, bilinmezliğin üzerine oturtulmuş basit bir çıkıntı olmamalıdır. İki üç kaynağı olan şu iki kuvvet olmadan; inanmak, sevmek, ne çıkış noktası olarak insanı kabul ederiz, ne de hedef olarak ilerlemeyi. Terakki hedeftir, idealdir. İdeal nedir? Allah'tır. İdeal, kesinlik, mükemmeliyet, ebediyettir."
Hugo, için ahiret hayatına inanabilmek Allah'a inanabilmekle mümkündür ve kendisi her fırsatta Allah'a inandığını belirtirdi
"Allah'a inanıyorum... Hem de, kendime inandığımdan daha çok. Kendi varlığımdan çok, Allah'ın varlığından eminim".
"Herşeyin arkasında Allah vardır. Ama herşey de Allah'ı izler. Bazı düşünceler dua gibidir, öyle anlar vardır ki, gövdenin duruşu ne olursa olsun, ruh secdeye kapanır."
Hugo, tabiatın sinesinde Allah'ı bulur ve bütün kalbini bu inançla doldurur.
"Tabiat başlıbaşına bir şiirdir, onu anlamak için ruh kuvveti ister, coşku ister, iman ister" der.
Altmış senelik yazarlığının meyvesi olan irili ufaklı elliyi aşkın eserlerinin hemen hemen hepsinde Allah'a, dine veya ruha yer veren Hugo, bir defasında şöyle söylüyordu.
"Allah'ım senin iyi, merhametli, müsamahakâr ve adil olduğuna inanıyorum. Sana geliyorum. Senin önünde insan rüzgârla sallanan bir başaktan başka birşey değildir.
Hastalığının beşinci günü ise dostu Paul Mevrice ile şöyle konuşmuştu:
"Aziz dostum ölüm ne kadar güçmüş.
— Fakat siz ölmeyeceksiniz ki...!
— Bu gelen ölümdür, hoş geldi safâ geldi."
Hugo, ölümü büyük bir sükûnetle karşılıyordu. Ruhun ebediyetine iman ettiği için ölümü sadece mevcudiyetin değişmesi olarak telâkki ediyor ve mezarı yüce âlemin kapısı kabul ediyordu. Bu manalı konuşmadan 2 gün sonra dünyaya gözlerini yumdu.
Allah'a inandığı halde kiliselerin batıl itikatlarına inanmaz, onların peygamberler hakkındaki görüşlerine karşı çıkar, Allah'ı onların anlattıkları gibi kabul etmezdi. Ona göre Tevrat'ı yanlış tefsir etmekle, İncil'i hatalı anlamak birdi. Ayrıca, "Asırların Efsanesi" adlı eserinde "İslam" namı altında üç manzumesinin birinde Peygamber Efendimizin (sav) vefatını, tarihi rivayetlere hayli yakın ve bazı noktalarda daha tafsilatlı olarak ve çok tesirli bir lisanla anlatmış olması enteresandır. Bu manzumede, Peygamberin (sav) büyüklüğü, karakteri, vasıfları, vefatından evvelki vak'alar, veda hutbesi, ümmetinden helallik talebi, nihayet Azrail'in (as) müsaade isteyerek içeri girmesi ve Allah'ın onu istediğini tebliğ etmesini müteakiben de ruhunu alışını heyecanlı bir şekilde dile getirir.
Onun hayat felsefesini, vasiyetinde de görmek mümkündür:
"Fakirlere 50 bin frank bırakıyorum. Mezarlığa, yoksullara ayrılmış araba ile götürülmemi istiyorum. Herkesin benim için dua etmesini istiyorum. Hangi mezhebin kilisesi olursa olsun, hiçbir dini merasim yapılmasını istemiyorum, ALLAH'A İNANIYORUM!"


Kaynak:http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/viktor-hugo.html

Victor Hugo’nun Hz. Muhammed için yazdığı dizeler

Victor Hugo Hz. MuhammedHristiyan dünyasının asırlardır tartıştığı ’nun Hazreti Muhammed (SAV) için yazdığı dizelerin tam metni Türkçeye çevrildi.
Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi Dil Eğitim Merkezi Fransızca Bölümü Öğretim üyesi Yakup Yaşa tarafından uzun araştırmalar sonrası orijinal metnin üzerinden 'Mahomet' şiirinde Hugo 'in yaşam tarzını ve ölmeden önceki son günlerini anlatıyor. Hazreti Muhammed'in doğumunun 1443'üncü yılının kutlandığı günlerde Fransız düşünür ve yazar 'nun Hazreti Muhammed için yazdığı dizeler Türkçe'ye çevrildi. Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi Dil Eğitim Merkezi Fransızca Bölümü Öğretim Görevlilerinden Yakup Yaşa, uzun araştırmalar sonrası orijinal metnin üzerinden tercüme ettiği 'Mahomet'in her dizesinde Peygamber'in mütevazı yaşamı ve yüceliğinden izler var. Hugo eserinde Hz. Muhammed'in ölmeden önceki son zamanlarını anlatıyor.

Victor Hugo, uzun yaşamı, üstün dehası, insana ve insanlığa dair soylu düşünceleri ve güçlü yapıtlarıyla, 19'un yüzyıla damgasını vuran yazarlardan biri. Yapıtları güçlü bir lirizm içeren Hugo, eserlerinde daha çok, aşk, baba şefkati, ölüm, insan yazgısı, özgürlük, yoksullara iyi davranma, emeğin kutsallığı, hayatın hüzün ve neşesi ile tüm evreni kuşatan Tanrı'nın varlığı gibi konulara yer vermişti.

Ünlü Fransız yazar Victor Hugo'nun, 1855 yılında sürgündeyken yazmaya başladığı, insanlık tarihi ve gelişimini anlatan ve hala Fransa'nın gerçek anlamdaki tek destanı olarak kabul edilen, "La Légende des Siècles (Yüzyılların Efsanesi)" adlı eserinde; Allah, İslam, Kur'an ayetleri ve Hz. Muhammed ile ilgili çok sayıda şiirinin olduğu yüz yıllardır biliniyor. Ancak, aynı eserin Brüksel'de 28 Eylül 1859 yılında yapılan ilk baskısında yer alan İslam ve İslam peygamberine dair 'Mahomet', diğer baskılarından çıkarılmıştı. Yüzyılın Efsanesi'nde de yer alan "Mahomet"'i Le Centre national de la recherche scientifique (Fransa Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi), ancak, Hugo'nun ölümünden yüzyıl sonra yani 1985 yılında yayınlamıştı. Bu yayınla birlikte Hristiyan dünyasında bir çok tartışmaya neden olan Hugo'nun Müslüman olduğu da tartışılmaya başlanmıştı.

Hugo'nun 'Mohamet'i nin orijinal metinlerini Le Centre national de la recherche scientifique 'den elde eden Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi Dil Eğitim Merkezi Fransızca Bölümü Öğretim Görevlilerinden Yakup Yaşa, uzun bir çalışma sonucu eseri Türkçe'ye çevirdi. Yakup Yaşa, "7 yıldır yaklaşık 400'e yakın Fransızca şiiri Türkçe'ye çevirdim. Uzun süredir Hugo'nun Hz. Muhammed'e yazdığı şiir üzerinde çalışıyordum. Fransa'da çeşitli üniversitelerde görev yapan edebiyatçı akademisyenlerle görüştüm. Hugo'nun şiirinin orijinalini bulup Türçe'ye çevirdim. Çeviriyi henüz bitirdim. Üniversitede üzerinde çalışmalarımız sürüyor. Hugo şiirinde Hz. Muhammed'i o kadar güzel anlatıyor ki etkilenmemek mümkün değil. Bu anlatımlar Hugo'nun İslamiyet'le ne kadar ilgili olduğunu gösteriyor" dedi.

"Kim olduğumu ve adımın ne olduğunu, yalnızca Allah bilir"


"Son zamanlarda Victor Hugo ile ilgili yazılan en ciddi yapıtlardan biri olan ve ünlü yazın araştırmacısı, Henri Guillemin imzasını taşıyan "Hugo" adlı eserin ön sözünde, Hugo'nun şu sözlerine yer vermektedir:

"Je m'ignore ; je suis pour moi-même voilé, DIEU seul sait qui je suis et comment je me nomme : Ben bile kendimi tanıyamıyorum ; kendi kendime yabancıyım, kim olduğumu ve adımın ne olduğunu, yalnızca Allah bilir."

Hugo'nun, gerek iki oğlu gerek erkek torununun vaftiz edilmediğini ve Hristiyanlık adetlerine göre defnedilmediğini belirten yazar, ayrıca kitabın bir çok yerinde onun sürekli evinde gizli ibadet ettiğini belirtir. Bu durum ve "Mahomet" mersiyesindeki içerik, detaylar ve anlatılan öykü Hugo'nun Müslümanlığının konuşulur hale gelmesine en büyük etkendir. Yaşar'ın çevirdiği dizeler şöyle:

L'AN NEUF DE L'HEGIRE

(HİCRİ DOKUZUNCU SENE)

MAHOMET

HZ.MUHAMMED

Vazifesinin yakın olduğu içine doğmuştu

Metindi, kimseyi kınamıyor, incitmiyordu

Yolda gördüğü kimselerle selamlaşıyordu

Her gün sanki biraz daha yaşlanıyordu

Oysa sadece yirmi ak vardı siyah sakalında

Durup su içen develeri izliyordu arada sırada

Böylece, deve güttüğü zamanları hatırlıyordu.

Sanki Cenneti görmüş, İlahi Aşkı bulmuştu

Sanki kâinatın yaratılışına şahit olmuştu

Alnı dik, yanakları kusursuz, benzersizdi

Kaşları ince, bakışları anlamlı ve keskindi

Boynu, gümüş bir testinin boğazıydı sanki.

Tufanın sırlarını bilen Nuh'un havası vardı.

Ona danışmaya gelenlere, adil davranırdı

Kimi itiraf eder, kimi güler ve inkâr ederdi

Sessizce dinler, en son konuşurdu kendisi

Ağzından dua ve zikir hiç eksik olmazdı

Çok az yer, karnının üzerine taş koyardı.

Boş durmaz, koyunlarını sağıp oyalanırdı

Oturur yere, elbiselerini kendi yapardı

Artık genç değildi, eski gücü de kalmamıştı

Yine de, herkesten daha fazla oruç tutardı

Altmış üç yaşında, bir ateş sardı vücudunu

Kutsal Kitap Kur'an'ı bir kez daha okudu

Sonra, sancağı, Said'in oğluna teslim etti.

Onlara: "Artık aranızdan ayrılma vakti geldi

Allah birdir, hep onun yolunda savaş" dedi.

Mahzundu, bakışlarında, yurdundan zoraki

Sürülen yaşlı bir kartalın hüznü vardı sanki

Yine, her günkü vaktinde mescide geldi,

Ali'ye tabi olanlar da arkasından geliyordu

Ve, kutsal sancak rüzgarda dalgalanıyordu.

Benzi soluktu, döndü ve kalabalığa seslendi

"Ey insanlar, ömür bitiyor, hayat gelip geçici

Biz, karanlıkta birer zerreyiz, yüce olan O'dur

Ey insanlar, O'ndan başka rehberim yoktur

Onsuz bir değerim olmazdı."

Bir zat ona : "Ey müminlerin gerçek Sultanı!

Seni dinler dinlemez, herkes inandı sözüne

Sen doğduğunda, bir yıldız doğdu gökyüzüne

Kisra sarayının üç kulesi birden devrildi" dedi.

O da: "Melekler ölümümü müzakere etti;

Vakit tamam, dinleyin! Eğer herhangi birinize

Bir kötülük yaptıysam, çıksın herkesin önünde

Ben ölmeden, gelsin intikamını alsın şimdi;

Kime vurmuşsam, o da bana vursun" dedi.

Ve uzattı usulca asasını oradan geçenlere.

Yaşlı bir kadın, bir koyunu kırpıyordu eşikte

Ona: "Tanrı yardımcın olsun!" diye seslendi.

Bakışlarında bir hüzün vardı, oldukça bitkindi

Dalgındı; birden, şöyle dedi: "Herkes duysun!

Allah benim adımı andı! Bundan emin olun

Topraktan insan, nurdan bir peygamberim

İsa'nın getirdiği dini tamamlamaya geldim.

Ashabım, ben sabır taşıyım, İsa tatlı dilliydi.

Zira her şafak, doğacak güneşin müjdecisi

İsa benden önce, ama ne Tanrıdır ne de oğlu

O, gülü koklayan Bakire Meryem'den doğdu.

Unutmayın, ben de etten kemikten bir faniyim

Kuruyan bir balçıktan başka bir şey değilim;

Şu dünyada başıma gelmeyen şey kalmadı;

Çektiğim çilelere, yol olsa, dayanmazdı

Baskı ve işkenceden, şu bedenim çok çekti;

Ve eğer işlediğimiz her bir günahın bedeli

Korkunç bir haşere olsaydı, o karanlık mezarı

Bize dar eder, cehenneme çevirirdi orayı.

Tekrar tekrar bedenlenir cehennem ehli

Ve kurtlar yeniden kemirir tüm bedenlerini

Böylece, defalarca tükenir ve yeniden dirilir

Cezalarını çekince de, yeniden huzura erişir.

Ben, kutsal savaşların mütevazı meydanıyım

Bazen bir efendi bazen de bir köle gibiyim

Kelamım, tıpkı çöldeki kum ve kuyular gibidir

Bir sözüm korkutuyorsa, bir diğeri müjdecidir;

Ey inananlar! Çektiklerimi görüyorsunuz işte!

Karşıma alıp, insanı aldatıp yeniden delalete

Sürüklemek isteyen o dehşet saçan iblisleri

Engellemeye çalıştım, bağladım o pis ellerini

Çoğu zaman, Yakup gibi, karanlıklar içinde

Çarpıştım durdum, görmediğim kimselerle;

Fakat insanlar beni özellikle öldürmek istedi

Bana karşı sürekli kin ve kıskançlık besledi

Ben ise, asla, Hak davamdan vazgeçmedim

Onlarla savaştım, ama kimseden incinmedim

Savaş boyunca: "Bırakın yapsınlar!" diyordum

Kanlar içinde tek yaralı ben olayım istiyordum

Varsın hepsi vursun bana, zaten durmazlar ki

Zira sağ ellerine Ayı, sol ellerine Güneşi

Versem de, düşmanlarım vazgeçmezdi asla

Yine de saldırırlardı bana şu çileli yolculukta

Fakat ne olursa olsun geri adım atmadım

Zira bu kutsal dava uğruna tam kırk yıl savaştım

İşte, böyle geçen bir ömrü nihayet tamamladım

Şimdi Allah'a gidiyorum, dünyayı geride bıraktım.

Greklerin Hermès'i, Yahudilerin de Lévi' yi

Desteklediği gibi siz de hiç bırakmadınız beni

Çektiğiniz bu sıkıntılar, mutlaka son bulacak

Bu soğuk, ıssız geceye elbet Güneş doğacak

Müminler, asla ümidinizi kesmeyin O'ndan

Zira Kronnega dağlarını aslan yuvası yapan,

Denizleri incilerle, karanlıkları da yıldızlarla

Donatan Allah, elbet sizleri de koymaz darda.

Sonra: "O'na inanıp teslim olun " diye ekledi

İnanmayan, ancak, inkâr da etmeyenlerin yeri

Cennet ile cehennemi ayıran duvarın üzeri

Kararmıştır kalpleri, günah işlemek tek işleri;

Hiç kimse tamamen günahsız değildir belki

Ama çabalayın ki, Allah cezalandırmasın sizi

Namaz kılın, bütün azalarınız değsin yere

Zira o dayanılmaz cehennem ateşi, sadece

O'nun için yere kapanmayan bedenleri yakar

O, kapkaranlık dünyayı, masmavi gökle açar;

Misafiri sevin, dürüst olun, adaletle hükmedin

Yüce katında türlü türlü nimetler var sizin için

Yedi göğü geçmek için altın eğerli atlar,

Ve yıldırımları geride bırakan hızlı arabalar

Huriler, tertemiz, hep ter ü taze ve neşeli

İncilerden yapılmış köşklerde oturur her biri

Cehennem ateş ehlini bekler, vay hallerine!

Ateşten ayakkabıları olacak ve giydiklerinde,

Sıcaklıkları kazan gibi beyinlerini kaynatacak

Cennet ehli ise, pek neşeli ve gururlu olacak."

Biraz durdu, hep ümitli olmalarını öğütledi

Sonra, ağır adımlarla yürümeye devam etti

Ardından : "Ey insanlar! Size sesleniyorum

Vakit saat doldu, ebedi bir âleme gidiyorum

Belki bu sizinle son görüşmemiz, acele edin

Beni tanıyan herkes gelip son kez dinlesin

Bir hatam olduysa, yüzüme söylesin" dedi.

Kalabalık sessizce sağa sola açılıp yol verdi

Gitti ve Ebufleya Kuyusunda sakalını yıkadı

Biri ondan üç drahmi istedi, çıkardı verdi

"Şimdi, mezara bırakmaktan daha iyi" dedi.

Herkesin, bir güvercininki gibi ışıl ışıldı gözleri

Bakıp, kendilerini hep kollayan o yüce insana,

Ağlıyordu halk; evine kadar eşlik ettiler ona

Birçoğu gözünü bile kırpmadan orada bekledi

Bütün geceyi dışarıda taşların üzerinde geçirdi

Ve ertesi sabah, günün ağardığını fark edince

"Ben artık kalkamıyorum, dedi, Ebubekir'e

Kitap'ı alıp yanına, sen kıldıracaksın namazı."

Eşi Aişe de o sırada cemaatin arkasındaydı

Ebubekir okuyor, Muhammed ise dinliyordu

Nihayet, okuduğu ayetleri usulca bitiriyordu

O, dua ve zikrini yaparken herkes ağlıyordu

Ve, Ölüm Meleği çıka geldi akşama doğru

"İçeri girebilir miyim" diye müsaade istedi

"Gelsin" dedi. Dünyaya açtığı o ilk günkü gibi

Yine ışıl ışıl parlıyor ve gülümsüyordu gözleri,

Ve, Melek ona : "Allah seni bekliyor" dedi

Memnuniyetle, dedi. Şakakları şöyle bir titredi

Bir an aralandı dudakları ve ruhunu teslim etti.
Etiketler : 
Kaynak:http://www.sabah.com.tr/kultur_sanat/2014/04/20/iste-v-hugonun-hz-muhammed-icin-yazdigi-dizeler

6 Nisan 2014 Pazar

SİBEL EDMOND

SİBEL EDMOND, CIA'NIN ERDOĞAN'I NASIL ÇÖZDÜĞÜNÜ ANLATIYOR.


Uzun süre Türkiye'de yaşadım ve Türkiye iç politikasını çok yakından takip ediyorum. Ve doğrusu, benim FBI muhbirlik davamın konusu aslında ABD-Türkiye arasındaki gizli görüşmeleri deşifre etmemden kaynaklanıyor.
...
bu yüzden hem ABD'de, ABD çıkarlarına zarar verdiğim, hem de Türkiye'de Türkiye çıkarlarına zarar verdiğim gerekçesiyle iki ülkede de tamamen dışlandım.
...
İnsanlar Twitter üzerinden, sıradan vatandaşlar, soruyorlar, "Erdoğan hakkında düşüncelerinizi bizimle paylaşabilir misiniz", yazdığım makalede bunu yapmaya çalıştım, ve insanların konuyu doğru anlayabilmesi için, ciddi bir tarihi arkaplan bilgisi vermek zorunda kaldım.
...
İnsanlar şaşırıyor, Erdoğan önceleri bir melekken, nasıl oldu da ABD için şimdi bir şeytan, bir düşman haline gelebildi, bu sistem nasıl çalışıyor? CIA'nın kukla hükümetler kurduğu, onları kullandığı, ve ardından bir gecede onları nasıl yokkettikleri bilenen bir gerçek. Aynı şey Erdoğan'ın da başına geliyor.
Ah evet, bu durum pek çok Amerikalı'ya Donald Rumsfeld'in Saddam'la tokalaştığı o unutulmaz görüntüleri, ve daha sonra gözden düştüğünde işgal ve yokedilişini hatırlatıyor.
Aynı süreç, Erdoğan'la ilişkilerde de açıkça görülüyor.
...
Ve Erdoğan'ın tasfiye süreci Gezi Parkı olayları ile başlamış gibi görünüyor, ancak makalenizde de belirttiğiniz gibi bunun çok daha geniş çaplı, farklı nedenleri var. Örneğin daha önce Bir Gladyo Projesi: Fetullah Gülen röportajımızda anlattığınız gibi
Gülen'le de bağlantılı.
Peki, bu değişimin nedeni nedir? Erdoğan neden gözden düştü?

Evet, bütün bunlar bana göre Gülen ve Erdoğan arasındaki kavgayla başladı. Gülen cemaati AKP'nin hükümet olması için çok ciddi destek verdi, Erdoğan ve Gül'ün bütün bürokratları Gülen cemaatinin desteğiyle geldi o noktalara.

Ancak burda şuna dikkat etmek gerekiyor, Gülen sadece bir sembol. Asıl önemli olan ve işi yapan Gülen markası. 1997'den sonra CIA Gülen'i oyuna dahil etti. Gülen Türkiye'de şeriat düzeni kurmak istiyor ve suçlarından dolayı aranıyordu. CIA onu ABD'ye getirdi ve ne tesadüf ki CIA merkezinin hemen yanı başında bir eve yerleştirdi. Gülen şu anda 15 yıldır ABD'de yaşıyor ve 20-25 milyar dolarlık bir ağı kontrol ediyor, ve kimse gerçekten bu paranın nerden geldiğini bilmiyor. Bu Gladyo A planı idi.
....
Gülen'in ABD dışında CIA ile birlikte açtığı okullar, camiler, medreseler birer birer kapatılıyor çünkü bu ülkeler, Gülen cemaatinin varlığının kendi ülkelerinin ulusal güvenliğine bir tehdit olduğunu, CIA ile ortak operasyonlarda kullanıldığını kavradılar.

Gülen cemaati ve CIA bununla kalmadı tabii ki, Türkiye'de büyük bir medya ağı kuruldu, satın almalar yoluyla, polis teşkilatına, hukuk, ve askeri alanlara sızdılar. Ve işte bu güç ağı, yani Gülen ve CIA ortak hareketi, Erdoğan'ı parlatarak hükümete taşıdı.

Aslında 97'de Erdoğan'ın üyesi olduğu parti askerlerin müdahalesiyle kapatılmış, Erdoğan hapse atılmış iken, 2002'de bu kez askerler geri adım attı, sessiz kaldı ve Erdoğan'ın başbakan olmasına izin verdi. Peki 1997-2002 arasında değişen neydi? Evet, artık Gladyo B planına geçilmişti, Gülen ABD'deydi artık.

Erdoğan o sırada değişmiş, aşırı güven kazanmış, beslenmiş, ve artık "bu imama artık boyun eğmek zorunda değilim, halk beni seviyor ve ben ne dersem inanıyorlar" demeye başladı. "İmam kabul etse de etmese de ben kendi istediklerimi artık özgürce yapabilirim" diyordu.

Erdoğan'daki bu aşırı güven sadece bir neden. Diğer bir neden de Erdoğan'ın İsrail'e karşı sert tutumu, sözünü geçirebiliyor görüntüsüydü. Türkiye'deki bütün partilere, medyaya rağmen bunu eleştiren de nevar ki Fetullah Gülen'di. Ve bu arada, bir yan not olarak şunu söyleyeyim ki, Gülen'in ABD'deki en büyük destekçisi de ordaki Yahudi lobisiydi. İsterseniz  Google'a gidip, en büyük yahudi lobisi olan aipac'i, ya da atc'yi sorgulayın "gulen aipac" şeklinde.

İlginç olan bir İslam Mollası, İmamı olan Gülen (!), Yahudi lobisi tarafından destekleniyordu.

tek başına bu durum bile, insanların Gülen hakkında şüphe duyması, soru sormaya başlaması için yeterli bir nedendir.

Bu da Erdoğan Gülen arasındaki kavganın ikinci nedeniydi, yani Yahudi lobisinin desteklediği Gülen, Erdoğan'ın İsrail'e karşı sert çıkışlarını doğru bulmuyordu.
Ayrılık çanları çalmaya başlamıştı. Ve ardından Suriye konusu geldi. Türkiye, AKP hükümeti Suriye'deki muhalifleri eğitiyor, silahlandırıyor, ve bütün bunlar ABD tarafından, İncirlik üzerinden yönetiliyordu.

Buraya kadar herşey yolunda gidiyordu, ABD emrediyor, Erdoğan uyguluyor, Esad'ın devrilmesi için gereken herşey yapılıyordu. Ancak beklenmedik birşey oldu, ABD'de Esad'a uygulanan şiddet, saldırı hoş karşılanMamaya başlandı. Obama bu konudaki desteğini yitiriyordu. Ve tam bu noktada Rusya'nın devreye girmesi ABD'yi geri adım atmak zorunda bıraktı.

Ve işte tam bu sırada, Erdoğan'ın uyguladığı ABD emirleri Türk halkı tarafından sorgulanmaya başlandı. Türk halkı olanlardan, yapılanlardan hiç de memnun değillerdi. Çünkü Türkiye Suriye ile, Esad ile son derece iyi ilişkilere sahipti, ayrıca, Suriye müslüman bir komşu ülkeydi.

ABD geri çekilince, Erdoğan tamamen ortada kaldı. Artık halkı arasında popüler değil, nefret edilen bir lider olmaya başlamıştı. ABD artık verdiği sözleri tutmuyor, Erdoğan'ı tamamen yalnız bırakıyordu ki bu da Erdoğan'ı oldukça sinirlendirmişti. Bu da üçüncü bir neden oldu.

Bu noktada başka bir olay patlak verdi; Gezi Parkı olayları. Gülen, Erdoğan'la aralarındaki kavgada, bunu bir fırsat olarak değerlendirmek istedi. Ve Gülen protestolara kendi cemaatinden insanları soktu. Erdoğan başına neler geleceğini anlamıştı. CIA ve Gülen işe el atmış, protestolarda aktif rol oynamaya başlamıştı. Erdoğan bunu net olarak görüyordu.

Şüphesiz Gezi Parkı olayları gerçek halk tarafından başlatılmıştı, ancak CIA'nın kontrolündeki Gülen cemaati bunu, bu fırsatı değerlendirmekte gecikmemişti. Ve eş zamanlı olarak ABD ve Avrupa basınında Erdoğan "diktatör" olarak anılmaya başlandı. Erdoğan'ın El Kaide ile ilişkileri ortalığa dökülmeye başlandı ki, El Kaide'nin de ne tür bir operasyon olduğunu biz açıklamaya, deşifre etmeye daha önce çalışmıştık. Erdoğan artık El Kaide'nin parasal kaynak sağlayıcıları ile bağlantırılıyordu. Ve bütün bunlar, bu operasyonlar CIA tarafından yönetiliyordu.

Peki, bütün bunlar gayet açık, anlaşılabilir ancak benim kafama takılan soru şu, Gülen'le, daha doğrusu CIA ile Erdoğan arasında bir sorun varsa eğer, bu sorunun nedeni nedir, CIA Türkiye'den, Erdoğan'dan ne istiyor?

Erdoğan, AKP sadece birer sembol, tıpkı diğer ülkelerdeki kukla hükümetler gibi, Obama gibi, George Bush gibi. Asıl önemli olan, bu sembolün arkasındaki güç, yani CIA, yani ABD Silah Sanayi. CIA'nın yapmak istediği, sözkonusu ülkeyi tamamen kontrol altına almak, iç ve dış politikasını yönetmekti, ki son derece düzgün bir şekilde çalıştı, diledikleri kukla hükümeti, yani Erdoğan'ı getirmeyi ve uzun süre hükümette tutmayı başardılar.

CIA'nın planı, Türkiye'yi bir model ülke olarak kullanmak, ve diğer ülkeleri de aynı şekilde hizaya getirmekti, Ilımlı İslam projesini Orta Doğu'da uygulamaya geçirmekti. Erdoğan ve Gülen, daha doğrusu CIA arasındaki sorun, bu planları aksatıyordu. CIA, kullandığı kuklalarından birinin (Erdoğan) kontrolünü kaybediyordu, bu arada Gül'le hiçbir sorunları yoktu. Gül iyi bir uşak (bu kelime aynen kullanılıyor görüntülerde) olmuştu, emirleri harfiyen uyguluyordu.

Erdoğan boyun eğmeyeceğini göstermek için, bir mesaj vermek için şunu söyledi "milyarlarca dolarlık silah alımlarını sizinle değil, ABD ile değil, Çin'le yapacağım". Bu ölümcül bir hataydı, bu ABD ve NATO'nun en üst düzey kurallarından birinin ihlali anlamına geliyordu, yapılabilecek son şeydi. İşte bu, NATO ve ABD Silah Sanayisini çileden çıkardı.

Ve Erdoğan daha da ileri giderek, AB'ye girmek için yıllardır beklediklerini ve bunun gerçekleşmeyeceğini anladığını, bunun yerine Şangay Birliği'ne katılmak istediğini söyledi. Ve resmen başvuruda bulundu. Ve bu davranış yine, çiğnenebilecek en son kurallardan biriydi. Bir kukla, kukla oynatıcısına karşı, sahibine karşı isyana kalkmıştı.

İşte bunları yaptığınızda, son kullanma tarihiniz dolmuş demektir. kim olursanız olun artık bitmiştir. Ve ABD'nin uygulayacağı cezanın diğer ülkeler için ibretlik olması gerekiyordu, çünkü bu durum başkaları tarafından örnek alınabilirdi, bu risk göze alınamazdı.

Erdoğan'a şu ihtimaller sunuldu, tabii bunları hiçbir yerde duyamazsınız; birincisi, geri adım atacaksın, herşeyi geri saracak, İsrail'le ilişkilerini düzeltecek, Çin'den silah almaktan vazgeçeceksin, Şangay'dan uzak duracaksın, Gülen'den özür dileyeceksin, bu senin birinci seçeneğin.

ikinci seçeneğin, sessizce istifa edip gideceksin. Çünkü biz hali hazırda senin yerine gelecekleri belirledik (Ç.N: CHP!). şu ana kadar çalıp çırptığın paraları da beraberinde götürebilirsin. senden öncekiler de çaldı, sen de çaldın, ve bunlarla İngiltere'ye gitmene izin vereceğiz.

üçüncü seçeneğin ise bizi beklemek olacaktır ki bu sana iki senaryo sunar; Kaddafi gibi, Saddam gibi yokedilirsin, seni Taksim meydanında, Gezi Parkı'nda öldürürüz. ikinci senaryo da, Mübarek gibi korkak bir şekilde teslim olabilirsin, seni İngiltere'de bir hapishaneye atarız, yaşamının kalanını orda sürdürürsün.

İşte şu anda, Erdoğan bu seçeneklerle karşı karşıya. Bu seçenekler Kaddafi, Saddam ve Mübarek'e sunulanlarla aynı, CIA böyle çalışıyor. Senaryolar o kadar aynı, şaşmaz ve detaylarıyla benzer ki, insan neredeyse aynı şeyleri tekrar tekrar görmekten sıkılıyor.

Ve birkaç ay içinde sonucu göreceğiz çünkü bu durum fazla uzun sürmeyecek.

El Kadı ile Erdoğan'ın ilişkisi şu anda piyasaya sürülüyor ancak El Kadı 1990 ortalarından beri FBI tarafından biliniyordu. El Kadı'nın çalışma merkezi Şikago idi, ve garip olan, Gladyo B'nin de çalışma merkezi Şikago. Aynı zamanda Abdullah Çatlı da Şikago'ya geldi, orda ona ABD'de sürekli kalma izni (Yeşil Kart) verildi, daha sonra çeşitli bölgelere gönderildi, mesela Azerbeycan'a baba Aliyev'i öldürmek üzere gönderildi vs. Yani Şikago bu işlerin merkezi, yönetim noktasıdır.

FBI El Kadı'yı ne zaman Şikago'da sıkıştırıp da yakalamak istese, araya CIA giriyordu. Ve nihayet, El Kadı'ya toparlanıp Arnavutluk'a kaçması için yeterli zaman verildi. Ve kaçınca da "hay allah, elimizden kaçırdık" dendi.

El Kadı bu defa, mensubu olduğu Gladyo B operasyonlarına Arnavutluk'tan yön vermeye devam etti. bu arada ABD onu 9-11'in para sağlayıcısı olarak her yerde deşifre ediyordu.  ABD bu kez, "onun Arnavutluk'da olduğunu biliyoruz, adresi herşeyi elimizde, Arnavutluk hükümetinden onu resmen isteyelim" dediler. Ancak ona Türkiye'ye geçmesi için gereken iki haftalık süreyi vermeyi de ihmal etmediler. Garip olan, El Kadı Arnavutluk'da iken elinde Arnavutluk pasaportu vardı, ve Türkiye'ye geldiğinde Türk nüfus cüzdanı taşıyordu. yani herşey çok önceden planlanmıştı.

ABD bu kez "hay allah, Arnavutluk'tan da kaçırdık adamı" diyiverdi. bu defa Türkiye ile yazıştı ve "bu adamı sizden istiyoruz" dedi. Türkiye tarihinde ilk defa Türkler "pardon, aramızda böyle bir suçlu değişim anlaşması yok, bu adam herhangi bir suç da işlemedi burda, bu yüzden onu size veremeyiz" dedi. Ve ABD "ah öyle mi, tamam sorun değil" diyerek dosyayı kapattı! bu kadar basit ve saçma bir şekilde dosya kapatıldı.

El Kadı Türkiye'de pek çok bankanın sahibi, Azerbaycan dahil pek çok yere gidip gelen bir adam. Sadece Asya bölgesine değil, aynı zamanda Avrupa'ya da gidiyor bu adam, örneğin Londra'ya, iş gezileri. Sonunda, El Kadı, bir iş adamı ve Gladyo B adamı olarak BM'ye kendisini terörist listesinden çıkarma başvurusunda bulundu, ve BM de bu başvuruyu değerlendirip onu listeden çıkardı! Sonuç olarak, CIA için çalışan bu adam, ABD tarafından aklanmış oldu.

Ve aniden, Erdoğan'ın oğlunun El Kadı, yani El Kaide'nin ana sponsoru olan terörist kişi ile fotoğrafları servis edilmeye başlandı. Bu tür haberler yayılmaya başlandı. Ve bu haberlerin pek çoğu Gülen cemaati tarafından servis ediliyordu. Ve tabii ki CIA destekli MİT'ten bir grup tarafından... Ve çok ilginç bir nokta da şu ki, bu servis edilen haberlerin çoğu WikiLeaks'den geliyordu. burda kafama birşey takılıyor, acaba bunlar WikiLeaks'de halihazırda bulunan bilgiler miydi, yoksa birdenbire, aniden keşfedilmiş bilgiler miydi? bu konuda şüphelerim var. (Ç.N: WikiLeaks'in CIA kontrolünde olduğunu ima ediyor)
...

soru: sizce Erdoğan'ın başına gelenler Kaddafi ve Saddam'ın başına gelenlerle tıpatıp aynı mı olacak, yoksa biraz daha farklı bir versiyon mu göreceğiz burada?

Türkiye, Mısır ya da Libya'dan tamamen farklı bir ülkedir, dinamikleri çok çok farklıdır. Öncelikle, Türk insanı gerçekten de farkındalığı yüksek bir kitledir. Aptallar için tasarlanmış iki partili sistem, ABD'de olduğu gibi, Türkiye'de çalışmaz, Türkiye'de çok farklı fraksiyonlar, eğilimler mevcuttur. ABD'de olduğu gibi, yani demokrat ve cumhuriyetçiler arasında bir gel-git oyunu sergileyerek halkla dilediğiniz gibi oynamanız Türkiye'de çalışmaz.

Burada bilinç düzeyi son derece yüksek bir halk kitlesinden bahsediyoruz. ABD'den çok farklı bir kitledir bu. Eğitimli ve düşünen insanların olduğu bir ülkede bu kadar kolay oyunlar sergileyemezsiniz, bu çok zordur.

Diğer bir fark da, Türk insanının aktivist yönü, sokaklara inen, hakları için savaşan bir topluluktur Türkler. Bana soruyorlar bazen, oyunu kime vereceksin diye. ben de "oyumu Türk halkına vereceğim" diyorum, çünkü onlara inanıyorum, onlar kendilerine ne olacağına kendileri karar vereceklerdir.

Türk halkı gözünü açık tutmaya devam etmeli ve Libya'da, Mısır'da olanlardan ders almalıdır. bunları milliyetçi bir kişiliğim olduğu için söylemiyorum, burada tamamen farklı tür insanlardan bahsediyoruz.

...

ABD'nin planları Libya ve Mısır'da olduğu kadar kolay işlemeyecektir Türkiye'de.
...

diğer bir konu da, AB meselesi. daha önce AB'yi bir kurtuluş olarak gören Türk insanı, AB'nin politik ve ekonomik çöküşünü görüyor. Almanların Türkiye'deki işlere başvurduklarını, Avrupa'da işsizliğin boyutlarını görüyor. AB'ye girMEmiş olmanın bir avantaj olduğunu düşünüyorlar.

Sibel Edmonds

KİMDİR?
http://www.habervitrini.com/dunya/esi-binbasi-olan-turk-kadin-abdde-turkiye-aleyhine-calisiyor-160855/

Kaynak

1 Nisan 2014 Salı

Bir daha sayın, hatta bir daha....

Sayın YSK yetkilileri, 

Bir vatandaş olarak sizlerden isteğim, sorun olduğu düşünülen tüm sandıkları bir kere daha saymanız ve  hatta bunu hukuken uygunsa canlı yayınlarda yapmanızı istiyorum. Kimsenin aklında bir tane bile soru işareti kalmamalı. Gerekiyorsa YSK'ya itiraz süresi makul sürelerde uzasın istiyorum. Yeter ki hak eden hak ettiği yere otursun. Yeter ki ülkem insanı devletinin kurumlarına güveni sarsılmasın.Yeter ki  Türkiye Devleti Kurumlarına karşı yapılan bu güvensizlik oluşturma işi bu kurumda bari işlemesin. 



Her sandık başında iktidar ve muhalefet partilerinden en az iki partili ve çok sayıda gözetmenlerin olduğunu, ıslak imzalı işlem yapıldığını ve bu ıslak imzalı sayım sonuçlarının parti sandık başı yetkilisi ile  paylaştığını hepimiz biliyoruz. Bu sonuçlar sayım bitiminde anında parti merkezlerine iletildi. İşte tam bu arada hile hurda yapacak bir durum olma ihtimali yok gibi. İtiraz edilen sandıklardaki bu ıslak imzalı sayım sonuçları, YSK ve partiler arasında karşılaştırılabilir durumdadır. Durumun tarafaları fazla ve kaynakları ortak olduğu için bu işin kontrolü bu şekilde daha kolay ve hızlı olacaktır. Neticede sandıkta özenle birkaç kere sayım yapıldı ve bu işlem tüm partilerin ve gözlemcilerin gözetiminde oldu. Eğer partiler kendi elemanlarına ya da sonuçlara güvenmiyorlarsa bu durumda o sandıklar bir kez daha her kesin gözü önünde sayılsın. Bitsin şu şaibe zırvası sonra ne olacaksa olsun. Ben ülkeme, ülkemin insanına hangi partiye oy verdiğini gözetmeden güveniyorum. Ben halkıma, halklarımın gücüne ve ülkemin tüm kurumlarına güveniyorum. 

Adalet ve hukuk bir ülkede herkese eşit mesafede olmalı. Ve adaletin sağlanması için herkes aynı güçte çaba sarf etmeli...

Saygılarımla
   

30 Mart 2014 Pazar

Bu düzen böyle gider...

Ya arkadaş nasıl bir başarı bekliyorduk ki biz.?
İstanbul'da kuraltayından yolsuz diye kovduğun biri,
Ankara'da MHP kökenli bir aday,
Partinin başında konuşmasını dahi bilmeyen bir başkan
Dayanacağın bir projen yok her şey yapılmış..
Allah'tan kemik seçmelerin olduğu bölgeler var..
MHP'de desen durum farklı değil eee nasıl olacak bu iş..
Tek dayanağın birilerinin servis ettiği yolsuzluk kasetleri 
icraat,  o yok..
Vatandaşa umut verecek bir tavır bir haraket o da yok.
Hayallerinde mi yok.. Varsa yoksa bunlar hırsız, bunlar yolsuz..
Oldu bak millet söyledi söyleyeceğini.. 
Rüyaları olmayanın kabus görmesi kaçınılmaz..
Biz halkı anlamadığımız içinde olmadığımız sürece bu böyle gidecek.
Öyle vır vır söylemlerle olmuyor işte bir kez daha kanıtlandı.. 
Adam gibi birileri çıkıp bu ülke insanına umut vermezse bu düzen böyle gider..

Millet sözünü söyledi...

Bir seçim daha tamamlandı. Ülkemiz ve milletimiz için hayırlısı olsun..


Milli irade sandığa yansıdı herkes söyleyeceğini söyledi.. Sonuçları hep beraber göreceğiz. Bizle birlikte sonuçları görüp kendine dersler çıkartması gerekenler de görür inşallah.
Bizde gittik görevimizi yaptık... Hem oyumuzu kullandık hem de sandığımıza sahip çıktık. Öyle uzaktan değil, ta içinde bulunduk durumun sonuna kadar bekledik, saydık, teslim ettik ve çıktık. Anlaya
cağınız asayiş berkemal. Çok şükür öyle abartıldığı ve yaygara yapıldığı gibi bir durum olmadı.. Millet g... yedim ayağını, yaygarayı çok seviyor. Herkes bir yerlerden koku gelecek falan diye bekliyor ya bizde çok şükür öyle bir durum olmadı..Olgun, bizlere yakışır bir şekilde bu işi de tamamladık. Dediğim gibi şimdi herkes özellikle iktidarı ile muhalefeti ile iktidar yada muhalefet yanlısı ile hatta bunların dışında kalanlar (isimleri lazım değil) oturup sonuçlara göre durumu düşünmeli ve kendi bir sürü sonuçlar çıkarmalı.. 

Çok çirkinleşmişti her şey, sonuna kadar kötü, sert oldu herkes. Kozlar sonuna kadar kullanıldı ahlak gözetilmeden. Dil kemiği olmadığını her şekilde bir yerlere döneceğini bir kere daha gösterdi. Ağzı olan ağız dolusu küfürle konuştu, kimse yarın yüz yüze bakacağını düşünmeden saldırdı karşıdakine fakat hepsi bitti, geçti.
Umarım geçti ? Biraz sakinliğe ve huzura ihtiyacımız var sonuçlar inşallah bu sakinliği ve huzuru getirir. Biz hep birlikte kardeşçe,insanca yaşamayı hak eden insanlarız ve bunu başaracak güce de sahibiz...


Bu seçim huzurla bitti darısı Cumhurbaşkanlığı seçimine....

Saygılar....

Yazıklar olsun size be..

Yazıklar olsun size be.. Ülkenin mahremini deşifre ediyorlar siz hala buradan siyaset yapıyorsunuz. Nazlı Ilıcak senin taaa ben var ya...... Yok yok düşündüğünüz şey değil.... Ona o zevki yaşatmam... Ulan Akp'de batsın, MHP de, CHP de o çocukları devleti dinleyip açık veriyorlar. Buradan siyaset mi olur. Yarın senin düşüncen iktidarda olduğunda sana ne yapmazlar ki...

28 Mart 2014 Cuma

İyi seyirler Türkiye

KILIÇDAROĞLU: ERDOĞAN'I BAYKAL KASETİNİ İZLERKEN GÖRDÜM


kılıçdaroğlu, erdoğan, baykal görüntüsü,

Biri birini, diğeri öbürünü, öbürkiler bunları, bunlar onları iziliyor. Sonra birileri servis yapıyor sonunda dünya da bizi izliyor. :) :)
işimiz ne seyredip duralım..

Sadece bizde gazeteler ile hükümet arasında savaşlar olmuyor


İngiltere'de hükümet son dönemde iki farklı olayda, gazetelerle karşı karşıya geldi. 

İlk olay, telekulak skandalıydı; Ülkenin en eski gazetelerinden, Rupert Murdoch'un sahibi olduğu 168 yıllık News of the World adlı pazar gazetesi yönetici ve muhabirlerinin, yasadışı telefon dinlemelere karıştıkları ortaya çıktı. 

Telekulak olayına karışan gazeteci ve yöneticiler hakkında yasal işlem başlatıldı. Skandalın büyümesi üzerine ise, gazetenin sahibi Murdoch, News of the World'ü kapatma kararı aldı.
GUARDIAN'A "SNOWDEN BELGELERİNİ BASMAYIN" ÇAĞRISI
İngiltere'de hükümetin, doğrudan karşı karşıya kaldığı gazete ise The Guardian oldu.

Gazete, CIA'dan ayrılmış Edward Snowden’in getirdiği ABD Ulusal Güvenlik Kurumu'na ait bazı belgeleri yayınladı. Bu süreçte gazeteye gelen İngiliz istihbaratına mensup iki kişi, gazetenin elindeki diğer belgeleri yayınlamamasını istedi. Bu istek de bizzat Gazetenin genel yayın yönetmeni tarafından kamuoyuna açıklandı.

Ayrıca, İngiltere Başbakanı Cameron, belgeleri yayınlamanın "İngiltere'nin düşmanlarına yardım etmek" anlamına geldiğini söylediği bir konuşma yaptı.

Guardian bu süreç sırasında ve sürecin ardından yayınlanmaya devam etti.