16 Şubat 2014 Pazar

Biraz tarih





1919 yılı ve 1920’nin ilk aylarında 1nci Dünya Savaşı’nın galip devletlerinin temsilcileri Paris , Londra ve San Remo’da bir araya gelirler. Amaçları ; yenilgiye uğratılan devletlere uygulanacak barış koşullarını belirlemektir. Bu toplantıların sonucunda, doğu sorununa çözüm getirmek maksadıyla Osmanlı İmparatorluğu ile Sevr anlaşmasının imzalanmasına karar verilir.

Savaş zamanı, müttefik kuvvetler kendi aralarında bazı anlaşmalar yaparlar. Bu anlaşmaların konusu Osmanlı İmparatorluğu ve Doğu sorunudur.

30 Ekim 1918 tarihinde Mondoros Mütarekesi imzalanır. Mütarekenin en önemli maddesi , müttefiklerin güvenliğini tehdit eden herhangi bir durumun oluşması halinde müttefiklere işgal hakkını vermesidir. Mütarekede hiçbir koşul öne sürülmediğinden Türkiye bu anlamda kayıtsız şartsız teslim olmuş görünmektedir.
Barış konferansının başladığı günlerde her devletin kendine ait planları vardır. Büyük Britanya’nın hedefi, Alman Ordusunu yok etmek ve yenik ulusların elinde bulunan sömürgeleri ortadan kaldırmak, Hindistan güzergahını emniyet ve denetim altında tutmaktır. Rakibi ise Fransa’dır.
Fransa “Şark’ın büyük Hıristiyan gücü” olduğunu iddia etmekte ve Suriye , Kilikya , Lübnan , Filistin’i istemektedir.
İtalya, Londra Antlaşmasıyla Saint Jean de Maurienne anlaşmasında verilen vaadlerin gerçekleşmesini istemektedir. Fransa ve İngiltere’nin oyunları ile ikinci plana itilmiştir.
Birleşik Devletler , Boğazlarda milletler cemiyetinin nezaretinde bir uluslararası platform kurulmasını savunmaktadır.Paris Barış Konferansının açılışında büyük güçler temel sorunlarda fikir birliği içindedir. Türklerin İstanbul’dan çıkarılmasında , Boğazlarda uluslararası bir denetim oluşturulmasında, Osmanlı İmparatorluğunun Arap topraklarından sürülmesinde ve özgürlüğüne yeni kavuşan milletlerin tanınmasında fikir birliği vardır.
Müttefikler yenilmiş. Türkiye büyük toprak kaybetmiş ve İslam dünyası ile ilişkileri kopartılmış ve yalnız bir devlet haline düşürülmüştür.
Yunanlılar Kuzey Epir’i , kıyı adalarını , Bursa’nın bir kısmını , Kıbrıs ve İzmir’i istemektedir. Rodos ve on iki adalar Londra Anlaşmasıyla İtalya’ya bırakılmıştır. Bu nedenden dolayı Yunan-İtalyan gerginliği yaşanır.
Ermenilerin talebi ise Akdeniz , Karadeniz ve Hazar denizi arasında uzanan dev bir Ermeni Devleti kurmaktır.
İngilizler, Filistin’i Suriye’den ayrı kendi egemenliği altında olmasını istemektedir. Siyonistler, Filistin’in Yahudilerin vatanı olduğunu ve Yahudilere bırakılmasını talep etmektedir.
Wilson , kamuoyunun görüşünü açıklığa kavuşturmak ve manda rejiminin ne ile karşılaşacağını görmek için Suriye , Filistin , Mezopotamya ve Ermenistan’a müttefik heyet gönderilmesine karar verir. Fransa ve İngilizler bu karardan hoşnut değildirler. İngiltere , Suriye’nin güney hududu boyunca uzanan toprak parçasını terk etmeye niyetli değildir. Fransızlar Sykes-Picot anlaşması gereğince Fransa’ya tahsis edilmiş topraklarda kendi egemenliği altında bir devlet istemekteydi. İngiltere ve Fransa Wilson prensiplerine karşı Yunan taleplerinin çoğuna destek vermektedir. Bu durum İtalyanları rahatsız etmektedir. Ege adaları , Yunanistan ile İtalya arasında paylaşılamamıştır.
İtalyanlar 1919 Mart ayında asayişi sağlamak amacıyla Antalya’ya asker çıkarmaya başlar. 15 Mayıs’ta da Yunanlılar İzmir’e çıkarma yapar. Tüm bu olaylar karşısında Türkler , teslim ettikleri silah ve cephanelere el koyarak işgallere karşı tepki göstermeye başlarlar.
Yunanlılar işgalin ; Antalya’da İtalyanları , Kilikya’da Fransızları , Ermenistan’da Birleşik Devletleri ve İstanbul’da uluslararası bir gücü bulundurmaya yönelik genel bir planın parçası olduğunu söylüyorlardı. Aynı zamanda büyük güçler tam bir çıkmaza girer. Anadolu ve İstanbul’un nasıl paylaşılacağına bir türlü karar verememektedirler. Wilson, Anadolu’nun parçalanması , Türklerin İstanbul’dan uzaklaştırılması fikri arasında gidip geliyor ve ne yapılacağına karar veremiyordu.
Barış konferansı , Yakın Doğu meseleleriyle ilgili olarak üç sorun üzerine yoğunlaşır. Bunlar; Ermenistan ve Suriye’deki işgal kuvvetlerinin yeniden tahsisi , Küçük Asya’daki İtalya ve Yunanistan’a ait koşullu işgal alanlarının sınırlarını sabitleştirilmesi ve Trakya’daki Bulgar hududunun belirlenmesidir.
Yakın Doğu üzerine çevrilen entrikalar İngiltere ve Fransa’nın arasını açar. İngiltere dostluğunu göstermek için Suriye ve Kilikya’daki tüm askeri birliklerini çeker ve siyasi hakimiyetin Fransızlara geçmesine göz yumar. Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap Yarım Adası’ndaki toprak meselesi; İngilizlerin Suriye’yi Araplara terk etmesiyle çözüme kavuşmuş olur.
İtalya ve Yunan birlikleri arasında uzun zamandır beklenen çatışma, 10 Temmuz günü patlak verir. Bu anlaşmazlık, Aydın-İzmir demiryolunun denetimi Yunanistan’a , Menderes Nehri’nin İtalyanlara verilmesi suretiyle çözüme kavuşturulur.
Ortadoğu’daki karmaşayı gören Amerika, bir süre sonra sahneden geri çekilir. Çıkarları konusunda uzlaşması gereken iki taraf kalır. İngiltere ve Fransa.
İstanbul hükümeti ise ; kurtuluşu Amerika yada İngiliz mandasında görmekte idi. Bu durum İngiltere ile Fransa arasında gerginlik yaratır. İngilizler ve Fransızlar kendi aralarında özel görüşmeler yaparak uzlaşmaya çalışırlar.
Avrupalı güçler , İstanbul ve Boğazlar sorununa çözüm aramaktadır. İngiliz yetkililer , Türklerin İstanbul’dan çıkarılmasını savunur. İstanbul’un Türkler tarafından alınması Ortaçağın sonunu belirlemiş olduğundan ; İstanbul’u boşaltmaları da yeni bir çağın başlangıcını gösterecektir. Sonunda İstanbul ve Boğazlar Türklerden alınır ve uluslararası bir platform tarafından yönetilen bir bölge olur.

1919 Mayıs’ında ortaya Milliyetçi bir hareket çıkar. Bu hareketin lideri Mustafa Kemal Paşa’dır .Mustafa Kemal Paşa direnişi kuvvetlendirmek için her beldenin önde gelenleriyle bağlantılar kurar. Sivas Kongresi toplanır ve burada izlenecek dış politika belirlenir. Türk devletinin sınırları Misak-ı Milli’de çizildiği gibi olacaktır. Yunanlıların İzmir işgaline şiddetle direnilecektir. Kapitülasyonlar olarak bilinen ekonomik haklar ve yabancı tercihli hukuk sistemi tamamıyla reddedilir.

Avrupalı güçler Kuvay-i Milliye hareketini endişe ile izlemeye başlarlar.1919 sonbaharında gücün hareketi karşısında şaşkınlığa düşerler. İngiliz Savaş Bakanlığı Milliyetçi hareketin iyice kuvvetleneceği korkusuyla İngiliz birliklerinin geri çekilmesini önerir.
Londra konferansı, 12 Şubat 1920 tarihinde toplanır. Fransızlar, Türklerin İstanbul’da kalmasını savunur. Fransız lider, Türkleri dışarı atmanın maliyetini Fransa’nın kaldıramayacağını belirtir. Lyod George ısrarla Türklerin atılmasını savunur ,ama bu tezinde yalnız kalır. Boğazlar için komisyon oluşturulacaktır. Türk devletinin mali denetimi , üç gücün katılımıyla oluşturulan bir heyet tarafından yapılacaktır. Kapitülasyonlar çok geniş kapsamlı olmasından dolayı Londra Konferansı’nda bir çözüme kavuşturulamaz.
Azınlıkların dinsel , siyasi ve ekonomik özgürlükleri tamamen garanti altına alınacaktır. Savaş zamanında istimlak edilen mülkiyetlerin telafisi istenir. Mahkemelerde kendi dillerini kullanabileceklerdir , etnik yada dinsel eğitim sistemlerine izin verilecektir.
İstanbul, 16 Mart günü İngiliz, Fransız ve İtalyanlardan oluşan bir güç ile işgal edilir. Bu güç padişah otoritesini güçlendirmeye geldiğini beyan etmektedir.
Londra Konferansı’ndan sonra San Remo Konferansı toplanır. Bu konferansta İzmir’in Yunanistan’a katılması için halk oylamasının yapılmasını ve süresinin iki yıldan beş yıla çıkarılması kararı verilir. İtalya’ya, Anadolu’da ekonomik öncelik alanının yanı sıra Ereğli civarındaki kömür yataklarının işletilmesi hakkı tanınır.
Ermenistan’a Erzurum, Erzincan ve Trabzon bırakılır. Batum Gürcülere bırakılır Filistin, İngiliz hakimiyeti altına girecektir. Fransa’ya , Fransız mandası altındaki topraklardan geçen boru hatlarından taşınan petrolün % 25’ne el koyma hakkı tanınır.
Mustafa Kemal, bu olaylar sonucunda İstanbul hükümeti ile ilişkilerini kesmiş ve tamamen Anadolu’ya yönelmiştir. Büyük Millet Meclisini 22 Nisan günü toplar. Ve meclis ertesi gün başkanlığına Mustafa Kemal’i seçerek bir yürütme ve meclis heyeti oluşturur.30 Nisan günü yeni bir hükümetin kurulduğu ve halkın idaresini temsil ettiğini Batı devletlerine resmen bildirir.

Ankara’da kurulan hükümet herkesi direnmeye çağırır. Çağrıyı izleyen birkaç hafta içinde on binlerce Türk İstanbul’u terk edip Anadolu’ya gider ve Milli Mücadeleye katılanların sayısı gün geçtikçe artar.
10 Ağustos 1920 tarihinde Sevres’teki ünlü porselen fabrikasının sergi salonlarından birinde Sevr anlaşması imzalanır.
Sevr Antlaşması, bizi iki sonuca götürür. Doğu sorununu, savaş öncesindeki konumunu muhafaza ederek çözmek. Bu zaman kaybına neden olur ve Yakın Doğu’da yepyeni olaylar meydana getirir. Bu yüzden istikrarlı bir barış hemen hemen hiç mümkün olmaz. Sevr gibi emperyalist bir antlaşmanın tek şansı , tepeden tırnağa yenilmiş ve güçsüz kalmış bir Türkiye’ye uygulanması olabilirdi. Avrupalı güçler arasındaki rekabet ve Anadolu’daki muazzam direniş bunu olanaksız kılmıştır.
Sevr Antlaşması, 20 nci Yüzyılda Ortadoğu sorununa Avrupa’nın getirdiği bir çözümdür. Bu antlaşmanın çözüm olmadığı kısa zamanda anlaşılır. Milliyetçi direniş olarak adlandırılan işgallere karşı koyuş , Mustafa Kemal’in önderliğinde başarıya ulaşır. Sevr beklenenin aksine Türk Milletinde milli bilincin uyanmasını sağlamış, ayakları yere sapasağlam basan , güçlü ve bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti Devletini ortaya çıkarmıştır.

11 Ocak 2014 Cumartesi

Sakinleşmek gerek biraz....


'Türkiye'de liberal entellektüeller İslamcıların 'faydalı aptalları'nı mı oynadılar?'

Fransız Slate.fr haber sitesi yazarı Ariane Bonzon 'Söyleşi yaptığım otuz kadar liberal entelektüelden hiçbiri AKP’ye şans tanıdığı için pişman görünmüyor' dedi
Ariane Bonzon / Slate.fr
Çeviri: Hayri Koray
Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı. Kültürel ve toplumsal olarak her şey, agnostik hatta ateist, Batılılaşmış, AB taraftarı “liberal” Türk aydınlarıyla (sağ veya soldakileri), muhafazakâr İslamcıları karşı karşıya getiriyordu. Oysa, iki tarafı yaklaşık on seneliğine birleştiren gayriresmi ittifak, 2003’ten beri iktidardaki Recep Tayyip Erdoğan ve AKP için hayati ve belirleyici olduğunu kanıtladı.
Bu liberal entelektüeller, az sayıları ve seçimlerde sahip olabilecekleri ağırlığın düşündüreceğinden çok daha büyük bir rol oynadılar. AKP’nin post-İslamcı, liberal, demokrat ve reformcu bir imge inşa etmesini sağladılar. Batılılaşmış orta ve üst sınıfların yanı sıra, Avrupa ve Amerikalı işadamlarını, siyasetçileri, diplomatları ve gazetecileri teskin ederek muhafazakâr Müslümanları meşrulaştırdılar.
Mayıs-Haziran 2013 gösterilerinin şiddetle bastırılışı ve ardından gelen son zamanlardaki yolsuzluk meseleleri ve bunları devletin üst kademelerinde hasıraltı etme isteği, zaten son zamanlarda su alsa da bir avuç alt edilmezin hâlâ sıkı sıkıya tutunduğu bu ortaklığı muhakkak sekteye uğrattı.
Peki, bu liberaller, İslamcı muhafazakâr iktidarın yoldan sapışlarını eleştirmekte neden geciktiler? Ve sonuç itibariyle, sol kesimden bazı entelektüellerin 1950-60’larda Sovyet rejimi nezdinde oldukları gibi, AKP ve Erdoğan’ın “faydalı aptalları” (idiots utiles) olmadılar mı?

'Köylülere” karşı duyulan suçluluk'


AKP, 2002 sonunda iktidara geldiğinde, bir açılım havası vardı. Bunun öncesinde senelerdir istikrarsız koalisyon hükümetleri el değiştiriyordu. Oyların “yalnızca” % 34’üyle Mecliste elde edilen mutlak çoğunlukla hegemonyasını kurmaya başlayan AKP’nin kendisi de bizatihi merkez sağdan, sağın aşırı-milliyetçilerine kadar uzanan bir koalisyondu.
AKP’yi önceleyen ekonomi bakanı Kemal Derviş, 2001 krizinden çıkmak için derinlemesine maliye ve banka reformları başlatmıştı. AKP hükümeti bunlara devam etti ve Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne sokmak istediğini söylerken ikna edici gözüküyordu, teskin ettiği işadamları birliği TÜSİAD da oyunu oynadı. Ayrıca, çok sayıda liberal, AKP’nin Kürtlerle varılacak barış mutabakatına dair bir umut olabileceğini söylemekteydi.
Harvard’da ders veren ekonomist Dani Rodrik, “çoğumuzun umduğu, Erdoğan ve AKP’nin hakiki bir demokratik güç haline gelmesiydi —mutlaka muhafazakâr kalıp, İslam’dan nasibini almış olmaya devam edecekti, ama yine de açılımcı ve demokratik bir güç bekliyorduk”, diyor.
Öte yandan, Batılılaşmış sol elit kendini —İstanbul’un şık semtlerinde, hükümete gelen Anadolulular için kullanılan tabirle— bu “köylüler” karşısında suçlu hissediyordu. Başbakanın aralarından çıktığı muhazakârlar nezdinde Batılılaşmış elitlerin vicdanı rahatsızdı. Zira, laik ve askeri düzenin demir yumruğu altında bu dindar ve mütevazı kesimlerin türbanlı kızlarıyla alay edilmiş ve bu kesimler birçok dini özgürlükten mahrum bırakılmışlardı.
Siyaset bilimci ve eski UNESCO bürokratı Ali Kazancıgil, “AKP, nüfusun modernleşmeden dışlanmış ve hor görülmüş çoğunluğunu temsil ediyordu. Onlara bir şans verilmesi gerektiğini düşündük. Ayrıcalıklı ve Batılılaşmış bir çevreden geliyorum, fakat bir Sartre’cı olarak kendi sınıfıma ihaneti meşru buldum. Böylece AKP’yi destekledim”, diyor.
Paris-XIII Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler bölümü öğretim üyesi Alican Tayla, “bu entelektüeller arasındaki yaygın bir fikre göre AKP’nin iktidara gelişi, ‘gerçek’ halkın rövanşıydı ve dönüşüm de ancak gerçek halktan gelebilirdi”, diye özetliyor.
Bu bakış açısı, ordu tarafından aleyhinde 2000’den beri birçok dava açılan yayıncı Erol Özkoray’ı bir saniye olsun etkilememişti. Seçimlerden hemen bir ay sonra, 11 Aralık 2002’de, Libération gazetesinin sütunlarında AKP’nin zaferini bir “karşı-devrim” olarak nitelendiriyordu. “Bazı meslektaşlar ve arkadaşlarımın çoğu bana karşı burunlarından soluyorlardı. Akademisyen bir arkadaşımsa bana şöyle haykırmıştı: ‘Nasıl böyle bir şey yazabildin, onlara en azından ufak bir şans veremez miydin?’. Bundan sonra da benimle bir daha hiç konuşmadı”, diye hatırlıyor bugün.

Ortak düşman, ordu


Özellikle, liberal entelektüellerin İslamcılarla ortak bir düşmanları vardı: Ordu. İslamcılar gibi,  solcu öğrenci ve militan olan bazıları da, 1980 askeri darbesi sonrasında tutuklanmış, işkence görmüş ve hapse atılmıştı.
2007’de Genelkurmay hâlâ kudretliydi, güvenlikçi ve laik düzenle birlikte Recep Tayyip Erdoğan’ı sarsma, istikrarsızlaştırma girişiminde bulunmuştu. Ama, kazanan AKP oldu: Kuvvetlenen çoğunluğuyla (2007’de oyların yaklaşık % 47’sini toplayarak) ikinci bir hükümet dönemine hak kazanıp, Avrupa Birliği’nin de desteğini alarak, askeri vesayet rejimine karşı Ergenekon operasyonunu başlattı.
Bundan böyle, liberal entelektüeller yekvücut halinde, onlarca subaya karşı yürütülen tutuklama ve kovuşturmaları destekleyeceklerdi. Sürecin ilerleyiş ve yürütülüş biçimiyle ilgili de çok ince eleyip sık dokumayacaklardı. Strazburg Üniversitesi doçenti Samim Akgönül, 2009’da, merkez sol gazetesi Radikal’de, Ergenekon’un, hakiki darbe girişimlerine karşın, muhaliflerin tasfiyesine yönelik bir operasyon olduğunu yazsa da, soruşturmadaki çok sayıda usulsüzlük ve belgelerde yapılan tahrifata dair yazılan makaleler son derece enderdi.
Polisin bu manipülasyonlarından kendisine söz ettiğim bir entelektüel ise konuşmamızı orada durdurarak, elde ettiğim bilgileri sesi yankılanırcasına “Bullshit” [İng. argo “saçmalık”, ç.n.] diye nitelemişti (ki bu bilgiler artık teyit edilmiş durumda). Başka bir defa ise, gazeteci Mehmet Altan şüphelerime şöyle cevap vermişti:
“Seni temin ederim ki hiçbir şüphe yok, bir darbe girişimi oldu ve önemli olan da bu”.
Dani Rodrik, bu entelektüellerden bazılarıyla Balyoz operasyonunun başında irtibata geçtiğini belirtiyor, ki o da Ergenekon çerçevesinde yürütülen tasfiyelerden biriydi ve birçok başkasının yanı sıra, Rodrik’in kayınpederi general Çetin Doğan’ı da hedefliyordu:
“Çetin Doğan, ya da diğer sanıklarla ilgili onlardan anlayış beklemiyordum. Sadece davada tam olarak neyin tecelli ettiğini görmelerini istiyordum. Fakat hiçbiri oralı olmadı. Sanki onlara başka bir ülkeden bahsediyordum, Türkiye’den değil.
Onlar için hiçbir şeyin önemi yoktu, ne sürecin nasıl temelinden saptırıldığının, ne de uydurma kanıtların aşırılığının. Hiçbir şey, tüm bu adamların suçlu olduğuna ve davaların iyi bir şey olduğuna dair fikirlerini değiştiremezdi”.
Hedef, yöntemleri de mübah kılıyordu. Yüzlerce asker böylece hapse atıldı, askeri hiyerarşinin başı kesildi ve ordu kışlalarına geri gönderildi.
Liberal entelektüellerin, 2007’den itibaren bu davalardaki hükümler kadar, yürütülüş biçimlerine de önem vermeleri gerekmez miydi? Bu çarpık bacaklı hukuki sürecin siyasi sonuçlarını azımsamış olmadılar mı?
Şayet bugün Recep Tayyip Erdoğan ve çevresi, kendi haklarındaki yolsuzluk soruşturmalarına köstek vurmak üzere bu kadar rahatça müdahalede bulunabiliyorsa, bu belki de Türkiye’de AKP’nin iktidara gelişinden önce de adaletin siyasi iktidar tarafından her zaman manipüle  edilmiş oluşundan kaynaklanmaktadır, fakat bu aynı zamanda askerlere karşı açılan davalar kapsamında liberal entelektüeller yeterince eleştirel davranmadığı için de mümkün olabildi. Güney Afrika, Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu [Truth and Reconciliation Comission] ile hakkaniyetli bir adalet sisteminin geçiş dönemlerindeki önemini göstermişti.

Neo-tarikat Gülen cemaati köprüsü


Fakat bu sessizlik, kaynağını başka yerden alıyor. Bu davalar süresince, Erdoğan’ın son zamanlarda sorgulamaya başladığı güçlü bir toplumsal ve dini hareket olan neo-tarikat Gülen cemaatine yakın adamlar, Başbakanla yapılan uzlaşma çerçevesinde, büyük ölçüde polis ve adalet teşkilatında ipleri ellerinde bulunduruyorlardı.
Oysa, liberal entelektüellerin büyük kısmı bu hareketle sıkı temas halindeydi, ya onun basınında yazıyor, ya da onun televizyon kanallarında boy gösteriyorlardı. Bunun yanı sıra, Gülen’in neo-tarikatıyla bağlantılı olsa da belli bir özerkliğe sahip Abant platformunun Türkiye’de ve yurtdışında düzenlendiği tartışma ve seyahatlere katıldıkları da oluyordu.
Gülen hareketinin “yol arkadaşları” liberal entelektüeller, “Türk demokrasisini ilerletmek” umuduyla burada bir kürsü ve birçok tabu konu (laiklik, Ermeni Soykırımı, dini özgürlükler, vs.) hakkında tartışabilecekleri bir mekân buluyorlardı. Cemaate üye olmadan, onun tarafından ileri sürülüyor ve böylece yurtdışında, ya da Türkiye’de bugüne dek ulaşamadıkları halk kesimleri nezdinde belli bir tanınırlık elde ediyorlardı. Bu neo-tarikat, forum ve toplantı organizasyonlarında tek değil, fakat mali olanakları, uluslararası şebekesi ve tabanındaki sadık taraftarlarıyla ayırt ediliyor.
Bu entelektüeller, en azından işin başında, Gülen hareketi sayesinde Recep Tayyip Erdoğan’ın yakın çevresiyle temas kurmanın peşindeydi. “İki taraf da bu işten kazançlı çıkıyordu”, diyor ekonomist Eser Karakaş, “Cemaat beni kullandı ve ben de onu kullandım. Biz liberaller Abant platformunu Türkiye’yi demokratikleştirmek için kullandık”. Ve liberaller de ara sıra Türk ve İslamcı galaksinin, en azından işin başında, fikir, kavram ve programlarını ifade edişine yardımcı oldular ve böylece kodlarını ve dillerini iyi bildikleri Batı çevreleri tarafından da benimsenmelerini sağladılar.
Bazı entelektüellerse neo-tarikat ile çalışmayı reddetti, fakat büyük kısmı kabul etmişti. Gülen hareketenin çok sayıdaki ve genellikle ilerici eylem ve inisiyatifine katılımlarıyla, bu hareketin odağı haline geldiği suçlamalar arasında sıkıntıya düştüler, mesela gazeteci Ahmet Şık ve Nedim Şener’in hareketin gizli olduğu varsayılan icraatını ifşa ettikleri gerekçesiyle tutuklanıp hapse atıldıklarında olduğu gibi.
Son olarak, bu entelektüellerin önemli bir kısmı ekonomist (Eser KarakaşCengiz AktarAhmet İnsel gibi) ve dolayısıyla AKP ile birlikte büyümenin kapıda oluşuyla yabancı yatırımların katlanarak artışını çok iyi karşılamışlardı. Muhafazakâr ve girişimci yeni Müslüman burjuvazisinin yükselişinde ise ülkenin demokratikleşmesi için önemli bir fırsat görüyorlardı.

2010 referandumunun parçalanmaları


Sonunda 2010 Anayasa referandumuyla liberal entelektüeller aralarında parçalanmaya başlayacaklardı. Seçmenler bir dizi Anayasa değişikliği hakkında blok halinde oy kullanmaya çağırılmıştı; bu değişikliklerden bazıları olumluydu, 1980 askeri darbesinin sorumlularının yargılanma yolunun açılması veya yargının bürokrasi ve diğer tüm resmi makamlardan bağımsızlığı gibi; öte yandan bazılarıysa daha tartışmalıydı, zira siyasi çoğunluk bazı yargı atamaları üzerinde vesayet elde ediyordu.
İki taraf karşı karşıya geliyordu. Bir yanda, çekimserliği savunanlar, bu anayasal değişiklikleri yetersiz buluyor ve Başbakana bir zafer sunmak istemiyorlardı, zira otoriter eğilimleri gittikçe barizleşmekteydi. Öbür tarafta ise, Murat Belge, Baskın Oran ya da Ahmet İnsel gibi “Yetmez ama evet” oyu çağrısında bulunanlar vardı. Bu konudaki tartışmalar bazen yumruk dövüşüne kadar gidiyordu. Bazı arkadaşlar artık birbirleriyle konuşmaz olmuştu.
Alican Tayla, bazı liberal entelektüelleri “entelektüel dürüstlükten uzak” olmakla suçluyordu: “Evet oyu kullanma çağrısı yaptıktan bir ay sonra, hükümet tarafından Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) üyeleri değiştirilince ortalığı ateşe verdiler. Oysa, Erdoğan zaten bu açık çeki elde etmek için referandumu düzenlemişti, bunu da herkes biliyordu!”.
“Aşırı derecede eleştirildik, özellikle de ‘solcular’ tarafından”, diye açıklıyor sosyolog Ferhat Kentel ve ekliyor, « bize kukla muamelesi yaptılar, bizi AKP’ye satılmış olmakla itham ettiler. ‘Evet’ oyu kullandım, çünkü ilerleme vesilelerinin değerlendirilmesini savunuyorum ».
Referandumdan % 77’nin üzerinde bir katılımla, % 58 oranında evet sonucu çıktı,. “Sonuç itibariyle bu oylama pek bir işe yaramadı: Hâlâ hakikaten yeni bir Anayasa bekliyoruz”, diye saptıyor Galatasaray Üniversitesi’nden hukukçu Özgür Mumcu.

Hepsi göstericileri desteklemiyor


Mayıs ve Haziran 2013’te, 2 milyondan fazla gösterici, hükümetin bilhassa kadınların ve gençlerin özel hayatlarına müdahalesine ve otoriter sapmalarına karşı sokağa indi. Bu gösteriler şiddetle bastırıldı, ardında birçok ölü ve binlerce yaralı bırakarak.
Bu liberal entelektüellerin hepsi değil ama büyük kısmı, protesto hareketinin yanında yer aldı ve Samim Akgönül, Cengiz Aktar, Ahmet İnsel, hatta Ragıp Zarakolu gibileri “Gezi Komünü’nde” gözüktüler. Başkalarıysa daha sessizdi.
Ferhat Kentel, bugün hâlâ AKP’yi destekliyor. Ekim 2013’te, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun kurduğu Şehir Üniversitesi’ndeki bürosunda yaptığımız görüşmede “benim gözümde, AKP ülkeyi devrime götüren toplumsal güçleri temsil ediyor ve artık türbandan, Ermeni Soykırımı’ndan ya da Kürtlerden bahsettiğim için sokakta suikaste uğramaktan korkmuyorum”, diye açıklıyordu. “Bu, Erdoğan’ın tavır ve davranışlarının demokrasiye vahim zararlar verdiğini düşünmemi engellemiyor, her ne kadar bunlar büyük ölçüde sandık hesaplarından ibaret olsa da”.
Karşılaştırma maksadıyla Fransız Devrimi’nde Robespierre taraftarlarının tasfiyesi örneğine başvurarak, şunu belirtiyor:
“AKP’nin devrimi son buldu, AKP’nin İslamcıları şu an Thermidor’larını yaşıyorlar”.
Söyleşi yaptığım otuz kadar liberal entelektüelden hiçbiri AKP’ye şans tanıdığı için pişman görünmüyor. Diğer tarafı, yani baştan beri AKP’yi ülkeyi gizlice İslamcılaştırma amacı gütmekle itham eden “laikçi Kemalistleri” rahatlatacak bir şey söylemek söz konusu değil hiç şüphesiz.
2008’de Ermeni Soykırımı’nın tanınmasını savunduğu için para cezası alan ve Kürtler için daha fazla adem-i merkeziyetçilik ve özerklik istediği için 2011’den 2012’ye hapis yatan Ragıp Zarakolu, “AKP ve Erdoğan değişti, ben değil”, diye açıklıyor. Samim Akgönül’se, “AKP’nin sistemi dönüştüreceğini zannediyorduk, fakat aynı sistemin araçlarını kendisi üstlendi ve ideolojik aygıtını tekeline aldı”, diye hayıflanıyor.
Siyaset bilimci Halil Karaveli aynı fikirde değil. Ona göre, “sistemden” bahsederek, yani devlet aygıtının sürekliliğini öne sürerek, liberaller kendi sorumluluklarını kabul etmiyorlar: “Şayet liberal entelijansiya, laik muhalefete karşı tavizsiz tavra destek vermek yerine ideolojik arabulucu rolünü oynasaydı, AKP’nin reformcu ve ılımlı çizgisini devam ettirmesi imkânsız değildi”, diye yazıyordu 2008’de.
Fazla kaçan bir eleştiri sonrası AKP yanlısı gazetelerden atılan veya kendilerine otosansür uygulayan liberaller, Recep Tayyip Erdoğan’ın zamanının dolduğunu anladılar. Türkiye Başbakanı, iki tarafa da ait olmayan ve bazen kendi yandaşlarını sinirlendiren bu İstanbullu entelektüellerle artık uğraşmak istiyor gibi görünmüyor.
Nisan 2013’te, AKP’nin İstanbul il başkanı Aziz Babuşçu, “önümüzdeki seneler, şu ana dek bizimle birlikte yürümüş bulunan liberallerin isteklerine tekabül etmeyecek. Bundan böyle düşmanlarımızın ortakları olacaklar, zira inşa edeceğimiz Türkiye, onların kabul edebileceği bir gelecekle örtüşmüyor”, diye sakince beyan etmişti.
Bu kutuplaşma mantığı, liberallerde acı bir tat bırakıyor, çünkü AKP’nin zıttında yer alan Kemalist kampta da yerleri yok. Kuşkusuz bu yüzden de hiçbiri Erdoğan’ın partisini tutarak yanıldığını veya “faydalı bir aptal” olduğunu kabul etmiyor. “Bu bir tür ehvenü-ş-şer idi”, diyor birçoğu. “AKP, Türkiye’nin askeri vesayetten kurtulması için zorunlu bir geçişti

kaynak:http://m.t24.com.tr/haber/turkiyede-liberal-entelektueller-islamcilarin-faydali-aptallarini-mi-oynadilar/247993

29 Aralık 2013 Pazar

AK Parti'de Yeni İstifalar Yaşanabilir


Haberi izlemek için tıkla
AK Parti'de Yeni İstifalar Yaşanabilir

AK Partide son dönemde istifa eden milletvekili sayısının 6'ya ulaşmasından sonra, parti içinde başka rahatsız vekiller de olduğu ve yeni istifaların yaşanabileceği öne sürülüyor.
3 DÖNEM ŞARTI SIKINTIYI TETİKLİYOR
Özellikle tüzükte yer alan 3 dönem şartı nedeniyle 2015 seçimlerinde yeniden milletvekili adayı olamayacak bazı isimler, bu rahatsızlıklarını yüksek sesle dile getirmeye başladılar. Parti içindeki eleştiriler "Yolsuzluk operasyonu sonrası başlayan krizin, iyi idare edilemediği yargı-emniyet-hükümet arasında ciddi anlaşmazlıklar baş gösterdiği" çerçevesinde yoğunlaşıyor.
EFKAN ALA RAHATSIZLIĞI
Bir başka eleştiri de son yapılan kabine değişikliğinde İçişleri Bakanlığı görevine getirilen Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala için yapılıyor. AK Partide 325 milletvekili varken kabineye dışarıdan bir ismin bakan atanmasını eleştiren vekiller yer alıyor.
İSTİFA SÜRECİ BAL İLE BAŞLADI
AK Parti'de dershane ve yolsuzluk soruşturma tartışmaları nedeniyle üst üste istifalar yaşadı. İlk olarak Kütahya milletvekili İdris Bal, parti yönetimini eleştirince disipline verildi ve Bal da istifa etti. İkinci istifa da Hakan Şükür'den geldi. Yolsuzluk operasyonu sonrası emniyette yapılan operasyon ise, eski İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin'in tepkisine yol açtı. Ordu Belediye Başkan adayının belirlenmesi sürecinden de rahatsız olan Şahin de istifa etti.
BAYRAKTAR'IN SÖZLERİ GERGİNLİĞİ TIRMANDIRDI
Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar'ın azledilmesi ve "Başbakan da istifa etme" çıkışı sıkıntıyı arttırdı. Bayraktar milletvekilliğinden de istifa etti. BurdurMilletvekili Hami Yıldırım da yolsuzluk soruşturmasını yürüten savcının görevden alınmasını eleştirerek tepki koydu.. Aynı tartışmalar sırasında Ertuğrul Günay,Haluk Özdalga ve Erdal Kalkan da hükümet politikalarını eleştirdi ve disipline verildi. Bu vekiller de partiden istifa edince sayı 6'ya yükseldi. Bayraktar'ın istifasıTBMM'de kabul edilirse Ak Parti son dönemde 7 milletvekili kaybetmiş olacak.

28 Aralık 2013 Cumartesi

Tayyip’i devirmek için kaç para lazım? (Bölüm I)


Paranın gücünü kullanarak demokrasiyi by-pass etmek
Demokrasiye karşı etkili bir silahtır para. Halkın seçtiği hükümetleri düşürmek için ulusal paranın değeri ile “oynamak” ise eskiden beri kullanılan bir taktiktir. Meselâ yeraltı zenginliklerini Fransa’ya kaptırmak istemeyen Gine halkı 1958’de yapılan bir referandum ile “tam bağımsızlık” dedi ve Paris’i uyuz etti. [0] Peki Paris ne yaptı? Gine’nin ihtiyacı olan bütün teknisyenlerini geri çekti, teknik belgeleri Fransa’ya kaçırdı, köprü yol vs altyapıyı yıkarak gitti. Ama bu da yetmedi.  Ahmed Sékou Touré önderliğinde kurulan hükümeti devirmek için 1960 senesinde Fransız gizli servisi büyük miktarda sahte para basıp dağıttı ve fiatlar bir anda çıldırdı. Öyle ya, altın ve uranyum çalmak için Mali’deki gibi katliam yapmak, bir yerleri bombalamak şart değil ki. [1] El Kaide gibi bir öcü-kukla yoksa el altında, ekonomik silahlar var. Uzaktan kumandalı isyan çıkartırsınız, halkın iradesiyle başa gelen bir hükümeti güçsüz/ beceriksiz /gayrımeşru gösterirsiniz,  sonra da devirip yerine kendi adamlarınızı koyarsınız. Sağcı, solcu, İslâmcı fark etmez, bütün darbelerde ve devrimlerde ortak olan “teknik” unsurlar vardır. (Bkz. Curzio Malaparte’nin harika kitabı Darbe Tekniği: Türk ordusu neden (artık) darbe yapamıyor?)
Sorospu çocukları geliyoooor!
soros“İngiltere Merkez Bankası’nı soyan adam” diye ünlenen Georges Soros para kullanarak hükümet mühendisliği yapan ilk finansçılardan biri oldu. Sene 1992, avro para birimi henüz ortada yok. Avrupa Para Sistemi (APS) denen bir mutabakat var; ulusal para birimleri alt ve üst sınırlar içinde dalgalanıyor. Bu “kabul edilebilir” risk seviyesi Avrupalı merkez bankalarının hem bağımsız kalmalarını hem de belli bir mali disiplin içinde hareket etmelerini sağlıyor. Gelin görün ki “bizim” Soros’un başka planları var: 16 eylül günü sterline karşı oynuyor ve Londra’yı şoka sokuyor. Zira aşırı değer kaybeden İngiliz ulusal parası APS’ten çıkmak zorunda. Soros o gece 1 milyar dolarcık bir kâr ediyor ama asıl hedefi başka. İzleyen günlerde İtalyan lireti ve İspanyol pesetası da aynı darbeyi yiyorlar Soros’tan. Temmuz 93’te Fransız frangına geliyor sıra.Görünürde paranın değer kaybetmesine sebep olacak bir şey yok. Fransa’nın makro göstergeleri olumlu: Enflasyon düşük, dış ve iç borçlanma sürdürülebilir seviyede, dış ticaret dengesi fazlasıyla pozitif. Ama Soros’un çelme taktığı frank paldır küldür düşmeye başlıyor. Fransız Merkez Bankası üç haftada bütün rezervlerini tüketiyor. Alman Merkez Bankası Paris’e destek olmak için 60 milyar mark harcayarak 210 milyar frank satın alıyor ama nafile. Frank da APS ile belirlenen kırmızı çizginin altında artık. Avrupalılar %2,5 olan “makul” dalgalanma sınırını %15’e kadar genişletiyorlar önce. Ama geriye kurtaracak bir şey kalmayınca APS çöküyor.
Soros’un amacı hükümet devirmek değildi o sıralar. “Bizim” Georges sadece ulus-devletlere belli mevzularda hükmetmek istemişti. Paranın ve piyasaların gücünü kullanarak demokrasiyi by-pass etmek, hükümet mühendisliği yapmak istiyordu. Yani sandıkla, partiyle uğraşmadan, referandum demeden Avrupa’ya (ve sonra dünyaya) kendi “OPEN SOCIETY” vizyonunu dayatmaktı amacı. Başardı da.[2]
Kısacası bir halkın kendi hükümetini seçme, kendi yasalarını yapma özgürlüğü ile yerli/yabancı iş adamlarının ekonomik serbestlikleri çatışabilir. Böyle durumlarda bazı iş adamları demokratik rejimi yıkıp yerine liberal bir diktatörü geçirmek isterler. Şili’de halkı işkenceler altında inleten diktatör Pinochet uzun süre Hayek gibi liberal düşünürlerin ve Amerikalı iş adamlarının açık desteğini almıştır. Bir başka deyişle demokrasi ile liberalizm çatışabilir. Bizzat Liberal düşünür Friedrich August von Hayek’in Şili’li bir gazetecilye yaptığı röportajda ifade ettiği gibi:
 ”Şahsen liberal bir diktatörü liberal olmayan demokratik bir hükümetetercih ederim – Personally I prefer a liberal dictator to democratic government lacking liberalism.” (1981, Renee Sallas, El Mercurio)
AKP’yi devirmek kaça patlar?
Türkiye’de seçimle başa gelmiş bir hükümet yerli/yabancı bazı iş adamlarının ayağına basarsa bu insanlar kendi güdümlerinde bir diktatörü tercih edeceklerdir. Büyük şirketlerin ve bankaların çıkarları elbette sıradan halkın çıkarlarından önemlidir(!) Peki kaç para? Yani AKP hükümetini devirmek için kaç para gerekir? Hemen cevap verelim:
Bir kere Gine veya ve Latin Amerika ülkeleri gibi kolay lokma olmaz Türkiye. GSMH’sı, ihracatı, endüstriyel üretimi, ürün çeşidi fazla büyük. Üstelik borsayı sallamak, yerli ve yabancı sermayeyi kaçırmak, bu yolla işsizliğin artması vs. Bunlar zaman alan şeyler. Peki ya Fransız Frangına uygulanan yüklenme Türk parasına karşı yapılamaz mı? Tahmin ediyorum Merkez Bankası 150-200 milyar dolarlık bir rezerve sahiptir.  Yani bu saldırı teorik olarak mümkün ama büyük maddi imkânları devreye sokmaları lâzım. Merkez Bankası karşı önlem alır, iş uzar. Operasyon yine kârlı olmaktan çıkar. Neden “kârlı” diyoruz? Bir banka soymak için harcanack para bir bakkal dükkanına kıyasla kat kat fazladır. Kaz gelen yerden tavuk esirgenmez. Aynı şey geçerli; başbakan yüzünden 5 milyarlık rant kaybeden bir banka/holding hükümet devirmek için tutup da 40-50 milyar doları ziyan etmez.
Demek ki enflasyonu düşmüş, büyüme hızında dünya ikincisi olmuş, IMF borçlarını kapamış, kredi notları ve borsası yükselen bir ülkede (sadece) para kullanarak darbe yapmak çok pahalı. Hatırlayın, Soros’un Paris ve Londra’da darbe yapmaya niyeti yoktu, sadece bir konuda ellerini zorlamak istemişti.
Sonuç
Neticede AKP’yi devirmek için “makul” bir bütçe 1 milyar doların altında olmalı. İyi de bu kadar az parayla ne yapılır? Küçücük bir kamp ateşi yüzünden hektarlarca orman yanabiliyorsa 40-50 milyon dolarla neden darbe yapılmasın?
 Zannediyorum bunun mükün olduğu Gezi olayları sırasında çıktı ortaya. MeselâAnkara’daki göstericiler İstanbul’a kıyasla çok daha fazla şiddet uyguladılar. Ayrıca şurayı burayı işgal etmediler. Doğrudan başbakanın ailesini ve çalışma arkadaşlarını hedef aldılar. Ateşe verilen binaların listesi dikkatle incelenirse anlık öfke değil çok önceden belirlenmiş bazı güzergâh ve hedeflerin olduğu ortaya çıkar.
Amaç neydi? Başbakanın akrabalarını, bazı bakan ve milet vekillerini yerlerde sürüklemek ve bu görüntüleri CNN + BBC kanalıyla dünyaya naklen servis yapmak? Gerçekten de gazeteci hatası sayılmayacak çok şeyler oldu:
  • Batıdaki gazetecilerin 2009’dan kalma trafik kazalarını “polis şiddeti diye göstermesi,
  • Olaylar başlamadan çok önce CNN tarafından kiralanan görüntü nakil araçları,
  • CNN’nin AKP mitinglerindeki kalabalığı protesto diye yayınlaması,
  • Alman gazetelerinin şiddet uygulayan bir Amerikan polisini “Türk” diye yutturması,
  • vs
Bütün bu anormallikler böyle bir küresel hazırlığa işaret etmiyor mu?
Bu birinci hedef tutmazsa en azından “etkili/yetkili” birilerinin çalısma odasını talan etmek, devletin artık işlemediği, kendini dahi koruyamadığı mesajını vermek. Yani Saddam’ın veya Kaddafi’nin devrildiği sıralardaki görüntülere benzer birşeyler yakalamak. Üçüncü bir hedef ise paniğe kapılan polislerin gerçek mermiyle kalabalığa ateş açması, 200-300 göstericiyi öldürmesi olabilirdi. İlk kurbanlar verildikten sonra ölenlerin kimliklerine göre provokasyonun gerisi gelirdi: Kürtler, Alevîler…
Paranoyak mı göründü size? 20 gün boyunca ağaç/park konusundan çok “polis gerçek mermi kullanıyor yaralanan var, ölen var, polisler lütfen emirlere itaat etmeyin” türünden mesajların  Twitter’da dolaşması da mı dikkatinizi çekmedi?  
Manipülasyon… Olmasını istediğin şeyleri zaten olmuş gibi göster, medyayı kendi zaferine inandır, zihinleri hazırla, polisi, valiyi mağlubiyete ikna et.Onlar da tam bunu yaptılar. Kısaca küçük bir kamp ateşi yakıp büyük bir ormanı tutuşturmak istediler. Ya da 50 milyon dolar dolar harcayıp 5-6 milyarlık rantlarını kurtarmak diyelim. Kısaca “rantabl” bir operasyondu hedeflenen. Bu seferlik olmadı.

Ben bir bankacıyım Gezi Parkı’nda, ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında


taksim_gezi“… Para mı lâzım? Yaratalım! [...]  Herkesi mutlu etmek için bir kaç imza yeterli! O gece bin zanaatkâr imparatorun el yazısını ve imzasını taklid ederek küçük kâğıtların üzerine yazdılar: ‘bu kağıt 10, bu kâğıt 100, bu kâğıt 1000 altın eder’. Altın su gibi aktı, imparatorluk kurtuldu. Ama imparator hâlâ inanamıyordu: ‘Ne? Halk o kâğıtları gerçek para mı sanıyor? Askerlerim ve saray çalışanları maaşlarının bu kâğıtlarla ödenmesini kabul etti mi? Bu mucize inanılmayacak kadar güzel”
Bu satırlar Goethe’nin ünlü eseri Faust’un ikinci bölümünden. Tabi hikâyenin sonu iyi bitmiyor. Zira para “yaratmak” her zaman çok iyi bir fikir değil.Kontrolden çıkarsa parayı “yaratan” bankalar onu kullanan halkın emeğini sömürür.  Boş vaad verip ekmeğinizi, alın terinizi çalar. Zira para kendi başına bir değer değil. Para yenmez, sizi yağmurdan korumaz, aspirin gibi yutsanız baş ağrısını geçirmez. Para bir teminattır, verilmiş bir söz, bir vaad. Karşılıksız para basmak ise yalan söylemektir. Tam da bu yüzden bankalar serbest bırakılMAması gereken kurumlardır. Kredi alıp verme, mevduat toplama, borsa işlemleri, hayat sigortası… Bankacılık sahasına giren ne varsa hukuk çerçevesinde kalmalıdır.
Peki merkez bankaları dışında kimse para üretemezmiş gibi geliyor insana. Öyle ya, “matba” onların elinde değil mi? Bizim Akbank, İş Bankası veya Garanti nasıl para bassın? Aslında mesele çok basit, bu bankalardan birinden tüketici kredisi aldığımda ya da kredi kartımla borç aldığımda banka yoktan para “yaratıyor” ve bunu hesabıma yazıyor. Tabi karşılığını da kendi aktiflerine. Maaşım ay sonunda gelince borcumu ödüyorum ve para yok oluyor.
İşte bu karşılığı olmayan “yaratma” süreci kontrol altında tutulmalı. Elbette insanların ve bankaların birbirine güven duyması güzel ve bu güvenin maddeleşmesi, para olarak elden ele gezmesi gayet kullanışlı. Üstelik para sadece ticarete değil tasarruf yapmaya yarıyor, halkı ve iş adamlarını devletin baskısından koruyor büyük ölçüde. Bu yüzden para gerekli. Ancak parayı “yaratan / üreten” süreç ve aktörler denetim altında tutulmazsa bankalar devletin ve halkın üzerinde tahakküm kurabilirler. Bunun en acı örneğini 2008 krizinden beri ABD yaşıyor. Felaket Avrupa’ya da sıçradı. 400.000’den fazla İspanyol evsiz kaldı meselâ. Yunanistan’ın hali de ortada. (Bkz. Banka Ordudan Tehlikelidir!)
Uzatmayalım, bankalar gereklidir. Ama her iş sahası gibi kanun çerçevesinde kalmalıdır. Nasıl ki ilaç fabrikasına (faydalı diye) çevreyi kirletme serbestliği tanımıyorsak bankalara da sonsuz serbestlik veremeyiz. Hele para üretme süreci yani:
  1. Ulus-devletin merkez bankası yoluyla para basması,
  2. Özel bankaların kredi yoluyla yoktan ürettikleri teminat havuzu
denetim altında tutulmalı. Gezi hadisesine gelirsek… Türkiyedeki bankalar bazen kendilerini hukukun üstünde görebiliyorlar. Çok şükür Türkiye’nin mahkemeleri de bunlara gereken cezaları veriyor. Meselâ:
İşçi sömürüsü

Üç ay önce 1 milyar 116 milyon liralık ceza yiyen bankalar, şimdi de “fazla mesai” soruşturmasına uğradılar. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na bağlı İş Teftiş Kurulu müfettişlerinin banka çalışanlarının şikayeti üzerine harekete geçmesiyle bankaların fazla mesai ödemesi yapmadıkları kaydedildi.Konuyla ilgili soruşturma halen devam ediyor.
Müşteri sömürüsü

Öte yandan, Ankaralı işadamları da, “ortak faiz belirleyen” bankalara karşı dava açtı. Ankara Genç İşadamları Derneği (ANGİAD) mahkemeye verdiği dilekçede, bankaların işadamlarını zarara uğrattıkları ve bu nedenle tazminat hakkının doğduğu vurgulandı. Söz konusu dava Ankara Adliyesi’nde devam ediyor.
Alınteri sömürüsü
Kredi kartları aidatı ve kredi komisyon masraflarıyla sürekli vatandaşı soyan bankalar, iki ay önce Rekabet Kurulu’ndan yedikleri 1,1 milyar liralık cezayla tarihe geçtiler. İş Bankası, Yapı Kredi, Garanti ve Akbank, en fazla ceza yiyen bankalar oldu. Rekabet Kurulu, geçtiğimiz Mart ayında tüketicilerden gelen yoğun şikayetler üzerine bankalar hakkında bir soruşturma başlattı. Rekabet Kurulu’nun dosyaları müzakeresi sonucunda, bankaların mevduat, kredi ve kredi kartı hizmetleri alanında 4054 sayılı Rekabetin Korunması Hakkında Kanun’un 4. maddesinin ihlal ettiği belirlendi. Kurul, bankaların mevduat, kredi ve kredi kartı hizmetleri alanında anlaşma ve uyumlu eylem içerisinde bulunarak tüketiciyi zarara uğrattığını belirledi.
Akbank, Yapı Kredi, Garanti ve İş Bankası, tüketiciyi en fazla mağdur eden dört banka olarak “Birinci Grup Ceza Kesilen Bankalar”ı oluşturdu. Buna göre; Akbank T.A.Ş. 172.165.155,00 TL, Türkiye Garanti Bankası A.Ş. ve Garanti Ödeme Sistemleri A.Ş. ile Garanti Konut Finansmanı Danışmanlık A.Ş.’den oluşan ekonomik bütünlük 213.384.545,76 TL, Yapı ve Kredi Bankası A.Ş. 149.961.870,00 TL ve Türkiye İş Bankası A.Ş. 146.656.400,00 TL ceza aldı. Soruşturma safhasında söz konusu bankaların faiz oranlarını, kredi kart ücret ve komisyonları, kredi komisyonlarını ortak belirleme suçlarını işledikleri belirlendi.  
Peki bu cezaları yiyen banka sahipleri ne hissettiler? Bilemem. Hiç 500 milyon dolar kaybetmedim, zaten hayatta hiç bu kadar param olmamıştı. Ama Türk bankacıların dışlerini gıcırdattıklarını tahmin edebiliyorum. Yani Amerikalı ve Avrupalı meslektaşları bir gecede 700-800 milyar dolar götürüyor, bizim Tayyip Erdoğan bunlara 500 milyon doları çok görüyor. Olacak şey değil!
Evet, Taksim Gezi Parkı olayları bitince herhalde soruşturma vs açılır, gerçekler ortaya çıkar. Ama bana tuhaf gelen bazı şeyler olmadı değil. Türkiye tarihinde bankalara en büyük hukukî baskının yapıldığı bir dönemde birden bire patlak veren gösteriler… Doğayı korumak isteyenler, sonra laiklik endişesi, birden DHKP-C gibi insan öldürmüş devrimci sol terör örgütleri ve nihayet Abdullah Öcalan posterleri ile Atatürk posterleri taşıyanların yanyana anti-AKP bir cephe oluşturması… Bu “anti-kapitalist” harekete destek olan  bankacılar ve holding patronları… Bütün bunlar çok tuhaf.
Ekonomik kriz vurdu, aç kalan, evsiz kalan Yunanlılar, Portekizliler, İspanyollar boş tencerelerle grev yaptılar. Türkiye’de ise karnı en güzel doyan, en zengin kesim boş tencerelerle yürüdü. 2008’den beri bankalar tarafından soyup soğana çevirilen Yunanlılar, Portekizliler, İspanyollar sokaklarda yattılar. Beyaz Türkler ve çakma solcular ise Divan Oteli’ne gittiler, Türkiye’nin en lüks otellerinden birine. Gerçekten tuhaf.

Tayyip Erdoğan’a karşı küresel bir komplo var mı?

Bazen komplo teorisi paranoyak değildir
John F. Kennedy kendi ülkesindeki silah lobisine alıştıkları kırmızı halıyı sermedi. Silah lobisi CIA ve Pentagon’daki bağlantılarını kullanarak türlü baskılar yaptı ama nafile. Kennedy ailesinin dinî inançları ve en mahrem ayrıntılarına kadar özel hayatı da basın yoluyla bu baskıya meze yapıldı, olmadı. Kennedy öldürüldü. Yani komplo teorisi yoktu, komplo vardı, hükümete kurulmuş gerçek bir tuzak.Medya patronları, iş adamları, istihbarat ve ordu mensubu devlet memurları tuzak kurmuşlardı. Kime? Oyla seçilmiş meşru bir devlet başkanına. Kennedy kameraların önünde yediği kurşunlarla öldükten sonra da komplo devam etti. Bazı polislerin, savcı ve hakimlerin dahil olduğu bir çete gerçek katilleri bir müddet korumaya çalıştı; bir kaç keskin nişancının aynı anda ateş ettiği profesyonel saldırı bir akıl hastası tarafından yapılmış gibi gösterildi. Vakti olanlara tavsiye ederim, Kennedy cinayetini biraz araştırın. Amerikan derin devletini tanıyın. Bu derin devlet gerçekten vardır. Yani halkın parasını ve devletin gücünü kendi çıkarları için kullanan yasa dışı VE yasalar üstü bir çete mevcuttur. Bu çeteyle tanışmak için “Amerika Tedavi Edilebilir mi?” isimli kitabımız da okunabilir.
Gelelim Tayyip Erdoğan’a. Taksim olayları sırasında gençlerin “iç ve dış mihraklara alet oldukları” suçlaması yapıldı. Temkinli kalemler ise “komplo teorilerine prim vermeyelim” dediler. Kırıp döken bazı göstericilerinarasında yabancı pasaportlu insanlar yakalanınca “dış mihrak” şüphesi kuvvetlendi. Batı’da prestij kazanmış gazete ve televizyon kanalları da tuhaf işler yaptılar: Köpeğe gaz sıkan bir İtalyan polisini Türk polisi diye yutturmaya kalktılar meselâ. Türk gazetelerinden böyle şeyler görmeye alışığız ama Avrupalıları daha ciddî bilirdik. Bunlarla aynı anda, bazı insan hakları dernekleri olayların başlamasından sonra bir saat bile geçmeden rapor yayınladılar. Twitter’daki garipliklere zaten saymakla bitmez. Bütün bunlar önden hazırlık yapıldığı hissi veriyordu ama buna dayanarak bir hükümet darbesi iddiasına giremeyiz tabi. Birilerinin kötü niyetine işaret edebiliriz en fazla. Peki nedir hükümet darbesi? Bir hükümet nasıl devrilir? 1917 devriminin orkestra şefinden, Troçki’den dinleyelim:
“… Darbe politik değil teknik bir iştir. Sınırlı bir alanda, devletin  hayatî organlarına dosdoğru ve sert bir şekilde vuracak teknisyenler gerekir. Dolayısıyla darbeyi mümkün kılmak sosyal ve politik çabalarla olmaz. Organizasyon, taktik ve teknik bilgi ister …” (Darbe Tekniği – Curzio Malaparte)
Yani hayati sistemleri, yolları, limanları vs kilitliyorsunuz. Devirmek istediğiniz hükümetin ülkeyi yönetemediğini bir şekilde ispat ediyorsunuz ve basın kanalıyla halka duyuruyorsunuz. Tıpkı Salvador Allende örneğinde olduğu gibi ulaştırmayı felç ederek enerji, yiyecek vs sevkiyatını aksatıyorsunuz. Hemen ardından kendi adamlarınızı başa geçirip kilitlediğiniz sistemleri tekrar açıyorsunuz. Böylece hedefinize göre “komünizm / kral / islamcılar / … gitti, biz geldik, ortalık düzeldi” diyorsunuz. Ülkeyi kurtaran millî kahraman rolüne geçiyorsunuz.
komplo3Teknik olarak mesele bu da… Türkiye’de darbe yapmak eskisi kadar kolay değil. Türk ordusu normalleşmekte. AKP’yi sevmeyen subaylar bile böyle eşkiyalıkla bir yere varılmayacağını anladı zaten. Özetle ulusal menzilde, ulusal ordu, ulusal basın vs yoluyla darbe yapılamıyor. Bu tabi artık hiç darbe girişimi olmayacağı anlamına gelmiyor. Yaklaşık iki yıl önce şunları söylemiştik:
“… Troçki’nin teknik darbesini yapmak artık mümkün değil. Aslında teori yine doğru. Ama stratejik yerler eskisi gibi garlar, limanlar değil. “Küreselleşme” demeye alıştığımız ama özünde entegrasyon bulunan bir olgu var. Yani trenler, gemiler yine önemli ama bilgi ve para internet üzerinden ışık hızında hareket ediyor. Bu sebeple Türkiye büyüklüğündeki bir ülkede darbe yapmak için bankaları, yabancı borsaları, internet hizmet sağlayıcıları, uzaydaki haberleşme uydularını da kontrol altına almak gerek. [...] Küresel darbeler dönemine girdiğimizi söylemek sanırım yanlış olmaz …” (Bkz. Türk ordusu neden (artık) darbe yapamıyor?)
Evet, Türkiye’nin, özellikle de Tayyip Erdoğan’ın son yıllarda yaptığı bir çok iş var ki bazı küresel güçleri rahatsız etmekte. Bu sebeple sadece AKP’ye karşı değil Erdoğan’ın şahsına dönük bir nefret birikti. Bu anti-Erdoğan cephesinde doğal olarak yerli Ergenekon çetesinin mensupları var. Ama esas güç dışarıdan geliyor:
  1. Türkiye’deki bankaların disiplin altına alınması sebebiyle faiz lobisi,
  2. İslâm alemini birleştirme çabaları sebebiyle enerji ve silah lobisi,
  3. Petrol boru hatları konusunda Rus firmalara çalım ve Rus tercihlerine nanik yapılması sebebiyle Moskova,
  4. Sanayi ihracatındaki artış, Türk ihracatçıların doğrudan Alman ve Fransız pazarlarını kapması sebebiyle mağdur olan Avrupalı firmalar,
  5. “One minute” ve Mavi Marmara olaylarıyla gücü test edilen ve biraz kof çıkan İsrail…
komplo2Evet, tahmin ediyorum ki anti-Erdoğan ekibi uzun zamandır diş gıcırdatıyordu ve ağaçları korumak isteyen çevrecilerin masum eylemi bu ekibe bekledikleri fırsatı altın bir tepside sunmuş oldu. Bu seferlik maskeleri düştü zannediyorum. Ama bu bir daha küresel darbe olmayacak demek değil. Türkiye yükseldikçe mücadelesi de zorlaşacaktır.
Peki çevreciler ne yapabilirdi bu komploya alet olmamak için? TMK mağduru çocukları başarıyla savunan Mehmet Atak’ın bir zamanlar inernette çok güzel açıkladığı gibi çevrecilerin eylemi yapıp bitirmeleri gerekirdi. Ucu açık, ne zaman biteceği belli olmayan, hedefi açıkça ilân edilmemiş bir eylem her zaman uzama riski içerir. Eylem uzadıkça amacından sapar ve çapulcular, provokatörler vs araya karışır. Hepsine geçmiş olsun diyorum. Artık eve dönebilirsiniz.