28 Mart 2014 Cuma

DÜNYA Yazarlar Birliği PEN, Türkiye’de Twitter ve YouTube yasağıyla giderek büyüyen ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamaları dün yayınladıkları açık mektupla eleştirdi.


Yazıda SÖZCÜKLERE ÖZGÜRLÜK deniliyor ve devamında 
"Geriletici bir hamle olan, yeni internet yasasının yürürlüğe girmesiyle Twitter ve YouTube’ın tamamiyle kapatılması, iletişim özgürlüğüne karşı kabul edilemez bir saldırıdır. Twitter ve YouTube, sınıf, din, etnik köken, politik görüş gözetmeksizin her kullanıcıya sesini duyurma olanağı veren ifade araçlarıdır... " deniliyor. Tam metnine aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.
Peki bende soruyorum birey olarak benim özgürlüğümün sınırı nerede bitiyor? Yani ben kime nereye kadar saydırabilirim, nereye kadar hakkında konuşabilir, yazabilirim? Dahası her şeyi gönlümce özgürlüğe sığınarak yapabilir miyim? Yani kim olursa olsun birine küfredebilir, hakkında yalan yanlış yazabilir, iftira atabilir hatta biliyorsam devlet sırlarını bile ifşa edebilirim kime ne? Kimse bana karışamaz çünkü buraları özgür platformlar, her şey serbest mi diye düşünmeliyim. Ben bunları yaparken de hiçbir hukuki kural beni bağlayamaz çünkü ben özgürüm mü demeliyim... Peki bu özgürlük ABD'de, AB'de var mı. Biri Obama'ya
-Obamaaaa köprünün adını  Michelle Obama yapta gelen geçen onun üstünden geçsin" diyebilir mi?
-Biri Merkel'i dinleyip be bilgileri youtube'da yayınlayabilir mi?
Kendi ülkelerinde bizim ülkemizde yaşananları  bir milimi olsa (hakaret, iftira, küfür, ifşa v.s.) acaba oralarda neler olur?  Oralarda olmaz çünkü bizde artık yok olan değerler "dürüstlük" "ahlak" daha ötesi "milli birlik" onlarda bizden daha çok var. 
Twitter ya da Youtube kendinden istelineni neden yapmıyor. TİB hiçbir gerekçe göstermeden mi engelledi bu paltformları? Hırsızın hiç mi suçu yok arkadaş. Adam bu platformlarda ülkenin mahremini (başka mahremleri geçtik) göstere göstere yayınlamadı mı?







24 Mart 2014 Pazartesi


Haberler, Haberler, Haberlerrrr.

CHP’nin Esad ziyaretindeki ilginç detay (28 Mayıs 2013)

CHP Milletvekili Hasan Akgöl başkanlığındaki heyetin, Şam’da Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad ile yaptığı görüşmeye, Reyhanlı’daki saldırıların baş aktörü olduğu iddia edilen Ebu Firas’ın da katıldığı öne sürüldü.


http://www.hurriyet.com.tr/gundem/23383166.asp


Kılıçdaroğlu: Erdoğan orduyu Suriye'ye sokmak isteyebilir! (20.03.2014 - 02:30)

CHP lideri Kılıçdaroğlu, Başbakan Erdoğan’ın Süleymanşah Türbesi’ni gerekçe göstererek orduyu Suriye’ye sokmak isteyebileceğini ilere sürerek, “Genelkurmay Başkanı’na seslenmek isterim, Türkiye’yi maceraya sokmayın” dedi

http://www.samanyoluhaber.com/web-tv/kilicdaroglu-erdogan-orduyu-suriyeye-sokmak-isteyebilir-8062-video-haberi/


Suriye savaş uçağını TSK düşürdü! FLAŞ (Haber Tarihi :23-03-2014 13:01)

Suriye sınırını ihlal eden Esad'ın savaş uçağı Türk jetleri tarafından vurularak düşürüldü.

23 Mart 2014 Pazar

İttihat ve Terakki Partisi'nin Sonu

Yakın tarihimizin şekillenmesinde en etkili oluşumlardan biri olan ve günümüzde hâlâ tartışılan İttihat ve Terakki Cemiyeti 1889 yılında İstanbul'da Askerî Tıbbiye Mektebi'nde 'İttihad-ı Osmani Cemiyeti' adıyla gizli bir örgüt olarak beş kişinin öncülüğünde kurulmuştur. Cemiyetin maksadı; bir istibdat yönetimi olduğunu iddia ettikleri Sultan 2. Abdülhamid Han'ın idaresine karşı mücadele ederek Meşrutiyet'in yeniden tesisini sağlamaktı. Cemiyet kısa zamanda imparatorluğun birçok yerinde, özellikle Balkanlarda, faaliyetlerini ve taraftarlarını artırmaya muvaffak oldu. Memurlar ve askerî talebeler arasında süratle yayıldı. Osmanlı Devleti'nin Avrupa'ya açılan kapısı durumunda olan ve 3. Ordu'nun da merkezi olan Selanik, cemiyetin merkezi hâline geldi. Kısa zaman sonra cemiyetin faaliyetleri haber alındığından, müntesiplerinden bazıları tutuklanırken bazıları da -başta Fransa olmak üzere- Avrupa ülkelerine kaçtı. 

1897 yılında cemiyetin merkezi Cenevre oldu. Toplanan iki kongrede Abdülhamid yönetimine karşı mücadele eden ve içlerinde Taşnak-sutyun gibi Ermenilerin ve diğer gayrimüslimlerin kurmuş olduğu cemiyetler 'İttihat ve Terakki' çatısı altında toplandı. Cemiyet faaliyetlerini artırarak suikastlar ve kanun dışı faaliyetlerle sesini duyurmaya başladı. Rumeli'deki hâdiselerin teftişi ve gerekli tedbirlerin alınması için padişah tarafından görevlendirilen Şemsi Paşa Edirne'de ittihatçı fedailer tarafından öldürüldü. Yine Müşir Osman Paşa kaçırılarak dağa kaldırıldı. Bu yıllarda özellikle Rumeli ve Balkanlar bir kazan gibi kaynamakta, yeni kurulan veya kurulmakta olan Balkan devletlerine mensup komitacıların faaliyet alanı hâline gelmiş bulunmaktaydı. Böyle bir vasatta İttihat ve Terakki'nin de aynı komitacılık faaliyetlerini kullanarak devleti zor durumda bırakması düşündürücüdür. Cemiyetin önemli isimlerinden Binbaşı Enver Bey ve Kolağası (Yüzbaşı) Resneli Niyazi Bey'in ayaklanarak birlikleriyle dağa çıkması ve tedhiş (korkutma) faaliyetlerine girişmesi durumun vahametini daha da artırdığından Sultan Abdülhamid fazla direnmeyerek İttihatçıların da talebi olan Meşrutiyet'i ikinci defa ilân etmiştir (1908). Bu tarihten sonra kurulan hükümetler doğrudan değilse de dolaylı olarak İttihat ve Terakki'nin baskısı altında faaliyet göstermiştir. 

İttihatçıların takip ettiği milliyetçi politikalar başta Arnavutlar olmak üzere diğer milletlerin tepkisini çekmekte ordunun siyasetin içine girmesi ise "halaskâr zabitan" gibi muhalif başka oluşumların ortaya çıkmasına sebep olmaktaydı. İttihatçıların devlet yönetimindeki tesirinin azaltılmasına yönelik çalışmalar Balkan savaşlarının çıkması ve bir hezimete dönüşmesiyle akamete uğradı. Bu durumdan istifade eden cemiyet, yenilginin suçunu mevcut hükümetin üzerine atarak 23 Ocak 1913'te Binbaşı Enver Bey'in başını çektiği bir grupla Bab-ı Âli'de toplantı halindeki hükümet erkânını bastı ve harbiye nazırını öldürdü. Sadrazamın da kafasına silâh dayayarak istifa ettirdi. Bu şekilde askerî bir darbe ile iktidarı ele geçiren İttihatçılar 1918 yılına kadar sürecek yeni bir dönemi başlattılar. Bundan sonra tahtta bulunan padişahların hiçbir tesiri kalmadı. Devletin hiçbir önemli işinden haberdar edilmediler. Sultan Mehmet Reşat'ın bu durum karşısında "...artık dünyada hiçbir şeyde hevesim kalmadı; beni rahat bıraksalar da haysiyetimle ölsem." sözleri mânidârdır. Dış politikada ise; Sultan Abdülhamid Han'ın üzerinde hassasiyetle durduğu dengeleri göz ardı ettiler. Ve kimseye haber vermeden devleti bir oldu-bitti ile 1. Dünya Savaşı cehennemine sürüklediler. Sadrazam Mahmut Şevket Paşa'nın ifadesiyle "bir avuç beyinsiz" kısa sürede koskoca bir devleti parçalayarak büyük devletlerin işgal ve insafına terk etti. Savaşın kaybedildiği kesinleşince Talat Paşa başkanlığındaki İttihatçı hükümet 8 Ekim 1918 tarihinde istifa etti. Yapılan olağanüstü kongrede İttihat ve Terakki Cemiyeti kendisini feshetti. Başta cemiyetin önde gelenlerinden Talat, Enver ve Cemal Paşalar olmak üzere bir kısım idarecileri 2 Kasım 1918'de yurtdışına kaçtı. Cemiyet her ne kadar kendini feshetmişse de, sonraki yıllarda yaşanan hâdiseler ve özellikle askerin siyaset sahnesinden bir türlü çekilmek istememesi İttihatçılığın ve yöntemlerinin bir gelenek hâline geldiğini ve bunun tasfiyesinin çok kolay olmadığını göstermektedir. 

Kaynak:http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/ittihat-ve-terakki-partisinin-sonu-ekim-2010.html

13 Mart 2014 Perşembe

Provakasyona Gelme

Yine çok zor ve sıkıntılı günlerden geçiyoruz. Yaşadıklarımız, gördüklerimiz aklımızın tutulmasına şuurumuzun kaybolmasına neden oluyor. Aman deyim hırsımıza, öfkemize yenik düşmeyelim provakasyonlara tezgahlara gelmeyelim, birilerinin ekmeğine yağ sürmeyelim. Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmayalım. Her şeyiyle daha yaşanabilir, özgür bir ülkeye yürüme hedefimizden sapmadan yolumuza devam etmeliyiz. Ve bu yolda yürüken kimseyi incitmeden bunu yapmalı bize bu yolda sözüm ona destek verdiğini sandığımız şerefsizlere aman vermeden ve onların oyunlarına gelmeden ilerlemeliyiz.
Bu ülkede hangi yöne bakarsa baksın, hangi eğilimde olursa olsun bir başka canın acımasına başka canların yanmasına izin vermeyelim. Kendimize yapılmasını istemediğimiz şeyleri bir başkasına yapmaktan kaçınalım.



Ortalıkta yalan ve kirli haber dolaşmakta içini içeriğini tam anlamadan doğruluğunu teyit etmeden inanmayalım ve başkaları ile paylaşmayalım lütfen.

Daha güvenilir, her kesimi ile birlikte yaşanabilir kötünün olmadığı temiz bir ülkeye adım adım hep birlikte ilerleyeceğiz ve hiçbir zaman bu umudumuzu kaybetmeyeceğiz.

Unutmayın, umut var oldukça hedefe gidilir.

Aristo "Umut insanları uyandıran bir rüyadır." demiş

Daha mutlu bir ülkeye uyanmak, dileğiyle....

16 Şubat 2014 Pazar

Biraz tarih





1919 yılı ve 1920’nin ilk aylarında 1nci Dünya Savaşı’nın galip devletlerinin temsilcileri Paris , Londra ve San Remo’da bir araya gelirler. Amaçları ; yenilgiye uğratılan devletlere uygulanacak barış koşullarını belirlemektir. Bu toplantıların sonucunda, doğu sorununa çözüm getirmek maksadıyla Osmanlı İmparatorluğu ile Sevr anlaşmasının imzalanmasına karar verilir.

Savaş zamanı, müttefik kuvvetler kendi aralarında bazı anlaşmalar yaparlar. Bu anlaşmaların konusu Osmanlı İmparatorluğu ve Doğu sorunudur.

30 Ekim 1918 tarihinde Mondoros Mütarekesi imzalanır. Mütarekenin en önemli maddesi , müttefiklerin güvenliğini tehdit eden herhangi bir durumun oluşması halinde müttefiklere işgal hakkını vermesidir. Mütarekede hiçbir koşul öne sürülmediğinden Türkiye bu anlamda kayıtsız şartsız teslim olmuş görünmektedir.
Barış konferansının başladığı günlerde her devletin kendine ait planları vardır. Büyük Britanya’nın hedefi, Alman Ordusunu yok etmek ve yenik ulusların elinde bulunan sömürgeleri ortadan kaldırmak, Hindistan güzergahını emniyet ve denetim altında tutmaktır. Rakibi ise Fransa’dır.
Fransa “Şark’ın büyük Hıristiyan gücü” olduğunu iddia etmekte ve Suriye , Kilikya , Lübnan , Filistin’i istemektedir.
İtalya, Londra Antlaşmasıyla Saint Jean de Maurienne anlaşmasında verilen vaadlerin gerçekleşmesini istemektedir. Fransa ve İngiltere’nin oyunları ile ikinci plana itilmiştir.
Birleşik Devletler , Boğazlarda milletler cemiyetinin nezaretinde bir uluslararası platform kurulmasını savunmaktadır.Paris Barış Konferansının açılışında büyük güçler temel sorunlarda fikir birliği içindedir. Türklerin İstanbul’dan çıkarılmasında , Boğazlarda uluslararası bir denetim oluşturulmasında, Osmanlı İmparatorluğunun Arap topraklarından sürülmesinde ve özgürlüğüne yeni kavuşan milletlerin tanınmasında fikir birliği vardır.
Müttefikler yenilmiş. Türkiye büyük toprak kaybetmiş ve İslam dünyası ile ilişkileri kopartılmış ve yalnız bir devlet haline düşürülmüştür.
Yunanlılar Kuzey Epir’i , kıyı adalarını , Bursa’nın bir kısmını , Kıbrıs ve İzmir’i istemektedir. Rodos ve on iki adalar Londra Anlaşmasıyla İtalya’ya bırakılmıştır. Bu nedenden dolayı Yunan-İtalyan gerginliği yaşanır.
Ermenilerin talebi ise Akdeniz , Karadeniz ve Hazar denizi arasında uzanan dev bir Ermeni Devleti kurmaktır.
İngilizler, Filistin’i Suriye’den ayrı kendi egemenliği altında olmasını istemektedir. Siyonistler, Filistin’in Yahudilerin vatanı olduğunu ve Yahudilere bırakılmasını talep etmektedir.
Wilson , kamuoyunun görüşünü açıklığa kavuşturmak ve manda rejiminin ne ile karşılaşacağını görmek için Suriye , Filistin , Mezopotamya ve Ermenistan’a müttefik heyet gönderilmesine karar verir. Fransa ve İngilizler bu karardan hoşnut değildirler. İngiltere , Suriye’nin güney hududu boyunca uzanan toprak parçasını terk etmeye niyetli değildir. Fransızlar Sykes-Picot anlaşması gereğince Fransa’ya tahsis edilmiş topraklarda kendi egemenliği altında bir devlet istemekteydi. İngiltere ve Fransa Wilson prensiplerine karşı Yunan taleplerinin çoğuna destek vermektedir. Bu durum İtalyanları rahatsız etmektedir. Ege adaları , Yunanistan ile İtalya arasında paylaşılamamıştır.
İtalyanlar 1919 Mart ayında asayişi sağlamak amacıyla Antalya’ya asker çıkarmaya başlar. 15 Mayıs’ta da Yunanlılar İzmir’e çıkarma yapar. Tüm bu olaylar karşısında Türkler , teslim ettikleri silah ve cephanelere el koyarak işgallere karşı tepki göstermeye başlarlar.
Yunanlılar işgalin ; Antalya’da İtalyanları , Kilikya’da Fransızları , Ermenistan’da Birleşik Devletleri ve İstanbul’da uluslararası bir gücü bulundurmaya yönelik genel bir planın parçası olduğunu söylüyorlardı. Aynı zamanda büyük güçler tam bir çıkmaza girer. Anadolu ve İstanbul’un nasıl paylaşılacağına bir türlü karar verememektedirler. Wilson, Anadolu’nun parçalanması , Türklerin İstanbul’dan uzaklaştırılması fikri arasında gidip geliyor ve ne yapılacağına karar veremiyordu.
Barış konferansı , Yakın Doğu meseleleriyle ilgili olarak üç sorun üzerine yoğunlaşır. Bunlar; Ermenistan ve Suriye’deki işgal kuvvetlerinin yeniden tahsisi , Küçük Asya’daki İtalya ve Yunanistan’a ait koşullu işgal alanlarının sınırlarını sabitleştirilmesi ve Trakya’daki Bulgar hududunun belirlenmesidir.
Yakın Doğu üzerine çevrilen entrikalar İngiltere ve Fransa’nın arasını açar. İngiltere dostluğunu göstermek için Suriye ve Kilikya’daki tüm askeri birliklerini çeker ve siyasi hakimiyetin Fransızlara geçmesine göz yumar. Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap Yarım Adası’ndaki toprak meselesi; İngilizlerin Suriye’yi Araplara terk etmesiyle çözüme kavuşmuş olur.
İtalya ve Yunan birlikleri arasında uzun zamandır beklenen çatışma, 10 Temmuz günü patlak verir. Bu anlaşmazlık, Aydın-İzmir demiryolunun denetimi Yunanistan’a , Menderes Nehri’nin İtalyanlara verilmesi suretiyle çözüme kavuşturulur.
Ortadoğu’daki karmaşayı gören Amerika, bir süre sonra sahneden geri çekilir. Çıkarları konusunda uzlaşması gereken iki taraf kalır. İngiltere ve Fransa.
İstanbul hükümeti ise ; kurtuluşu Amerika yada İngiliz mandasında görmekte idi. Bu durum İngiltere ile Fransa arasında gerginlik yaratır. İngilizler ve Fransızlar kendi aralarında özel görüşmeler yaparak uzlaşmaya çalışırlar.
Avrupalı güçler , İstanbul ve Boğazlar sorununa çözüm aramaktadır. İngiliz yetkililer , Türklerin İstanbul’dan çıkarılmasını savunur. İstanbul’un Türkler tarafından alınması Ortaçağın sonunu belirlemiş olduğundan ; İstanbul’u boşaltmaları da yeni bir çağın başlangıcını gösterecektir. Sonunda İstanbul ve Boğazlar Türklerden alınır ve uluslararası bir platform tarafından yönetilen bir bölge olur.

1919 Mayıs’ında ortaya Milliyetçi bir hareket çıkar. Bu hareketin lideri Mustafa Kemal Paşa’dır .Mustafa Kemal Paşa direnişi kuvvetlendirmek için her beldenin önde gelenleriyle bağlantılar kurar. Sivas Kongresi toplanır ve burada izlenecek dış politika belirlenir. Türk devletinin sınırları Misak-ı Milli’de çizildiği gibi olacaktır. Yunanlıların İzmir işgaline şiddetle direnilecektir. Kapitülasyonlar olarak bilinen ekonomik haklar ve yabancı tercihli hukuk sistemi tamamıyla reddedilir.

Avrupalı güçler Kuvay-i Milliye hareketini endişe ile izlemeye başlarlar.1919 sonbaharında gücün hareketi karşısında şaşkınlığa düşerler. İngiliz Savaş Bakanlığı Milliyetçi hareketin iyice kuvvetleneceği korkusuyla İngiliz birliklerinin geri çekilmesini önerir.
Londra konferansı, 12 Şubat 1920 tarihinde toplanır. Fransızlar, Türklerin İstanbul’da kalmasını savunur. Fransız lider, Türkleri dışarı atmanın maliyetini Fransa’nın kaldıramayacağını belirtir. Lyod George ısrarla Türklerin atılmasını savunur ,ama bu tezinde yalnız kalır. Boğazlar için komisyon oluşturulacaktır. Türk devletinin mali denetimi , üç gücün katılımıyla oluşturulan bir heyet tarafından yapılacaktır. Kapitülasyonlar çok geniş kapsamlı olmasından dolayı Londra Konferansı’nda bir çözüme kavuşturulamaz.
Azınlıkların dinsel , siyasi ve ekonomik özgürlükleri tamamen garanti altına alınacaktır. Savaş zamanında istimlak edilen mülkiyetlerin telafisi istenir. Mahkemelerde kendi dillerini kullanabileceklerdir , etnik yada dinsel eğitim sistemlerine izin verilecektir.
İstanbul, 16 Mart günü İngiliz, Fransız ve İtalyanlardan oluşan bir güç ile işgal edilir. Bu güç padişah otoritesini güçlendirmeye geldiğini beyan etmektedir.
Londra Konferansı’ndan sonra San Remo Konferansı toplanır. Bu konferansta İzmir’in Yunanistan’a katılması için halk oylamasının yapılmasını ve süresinin iki yıldan beş yıla çıkarılması kararı verilir. İtalya’ya, Anadolu’da ekonomik öncelik alanının yanı sıra Ereğli civarındaki kömür yataklarının işletilmesi hakkı tanınır.
Ermenistan’a Erzurum, Erzincan ve Trabzon bırakılır. Batum Gürcülere bırakılır Filistin, İngiliz hakimiyeti altına girecektir. Fransa’ya , Fransız mandası altındaki topraklardan geçen boru hatlarından taşınan petrolün % 25’ne el koyma hakkı tanınır.
Mustafa Kemal, bu olaylar sonucunda İstanbul hükümeti ile ilişkilerini kesmiş ve tamamen Anadolu’ya yönelmiştir. Büyük Millet Meclisini 22 Nisan günü toplar. Ve meclis ertesi gün başkanlığına Mustafa Kemal’i seçerek bir yürütme ve meclis heyeti oluşturur.30 Nisan günü yeni bir hükümetin kurulduğu ve halkın idaresini temsil ettiğini Batı devletlerine resmen bildirir.

Ankara’da kurulan hükümet herkesi direnmeye çağırır. Çağrıyı izleyen birkaç hafta içinde on binlerce Türk İstanbul’u terk edip Anadolu’ya gider ve Milli Mücadeleye katılanların sayısı gün geçtikçe artar.
10 Ağustos 1920 tarihinde Sevres’teki ünlü porselen fabrikasının sergi salonlarından birinde Sevr anlaşması imzalanır.
Sevr Antlaşması, bizi iki sonuca götürür. Doğu sorununu, savaş öncesindeki konumunu muhafaza ederek çözmek. Bu zaman kaybına neden olur ve Yakın Doğu’da yepyeni olaylar meydana getirir. Bu yüzden istikrarlı bir barış hemen hemen hiç mümkün olmaz. Sevr gibi emperyalist bir antlaşmanın tek şansı , tepeden tırnağa yenilmiş ve güçsüz kalmış bir Türkiye’ye uygulanması olabilirdi. Avrupalı güçler arasındaki rekabet ve Anadolu’daki muazzam direniş bunu olanaksız kılmıştır.
Sevr Antlaşması, 20 nci Yüzyılda Ortadoğu sorununa Avrupa’nın getirdiği bir çözümdür. Bu antlaşmanın çözüm olmadığı kısa zamanda anlaşılır. Milliyetçi direniş olarak adlandırılan işgallere karşı koyuş , Mustafa Kemal’in önderliğinde başarıya ulaşır. Sevr beklenenin aksine Türk Milletinde milli bilincin uyanmasını sağlamış, ayakları yere sapasağlam basan , güçlü ve bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti Devletini ortaya çıkarmıştır.

11 Ocak 2014 Cumartesi

Sakinleşmek gerek biraz....


'Türkiye'de liberal entellektüeller İslamcıların 'faydalı aptalları'nı mı oynadılar?'

Fransız Slate.fr haber sitesi yazarı Ariane Bonzon 'Söyleşi yaptığım otuz kadar liberal entelektüelden hiçbiri AKP’ye şans tanıdığı için pişman görünmüyor' dedi
Ariane Bonzon / Slate.fr
Çeviri: Hayri Koray
Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı. Kültürel ve toplumsal olarak her şey, agnostik hatta ateist, Batılılaşmış, AB taraftarı “liberal” Türk aydınlarıyla (sağ veya soldakileri), muhafazakâr İslamcıları karşı karşıya getiriyordu. Oysa, iki tarafı yaklaşık on seneliğine birleştiren gayriresmi ittifak, 2003’ten beri iktidardaki Recep Tayyip Erdoğan ve AKP için hayati ve belirleyici olduğunu kanıtladı.
Bu liberal entelektüeller, az sayıları ve seçimlerde sahip olabilecekleri ağırlığın düşündüreceğinden çok daha büyük bir rol oynadılar. AKP’nin post-İslamcı, liberal, demokrat ve reformcu bir imge inşa etmesini sağladılar. Batılılaşmış orta ve üst sınıfların yanı sıra, Avrupa ve Amerikalı işadamlarını, siyasetçileri, diplomatları ve gazetecileri teskin ederek muhafazakâr Müslümanları meşrulaştırdılar.
Mayıs-Haziran 2013 gösterilerinin şiddetle bastırılışı ve ardından gelen son zamanlardaki yolsuzluk meseleleri ve bunları devletin üst kademelerinde hasıraltı etme isteği, zaten son zamanlarda su alsa da bir avuç alt edilmezin hâlâ sıkı sıkıya tutunduğu bu ortaklığı muhakkak sekteye uğrattı.
Peki, bu liberaller, İslamcı muhafazakâr iktidarın yoldan sapışlarını eleştirmekte neden geciktiler? Ve sonuç itibariyle, sol kesimden bazı entelektüellerin 1950-60’larda Sovyet rejimi nezdinde oldukları gibi, AKP ve Erdoğan’ın “faydalı aptalları” (idiots utiles) olmadılar mı?

'Köylülere” karşı duyulan suçluluk'


AKP, 2002 sonunda iktidara geldiğinde, bir açılım havası vardı. Bunun öncesinde senelerdir istikrarsız koalisyon hükümetleri el değiştiriyordu. Oyların “yalnızca” % 34’üyle Mecliste elde edilen mutlak çoğunlukla hegemonyasını kurmaya başlayan AKP’nin kendisi de bizatihi merkez sağdan, sağın aşırı-milliyetçilerine kadar uzanan bir koalisyondu.
AKP’yi önceleyen ekonomi bakanı Kemal Derviş, 2001 krizinden çıkmak için derinlemesine maliye ve banka reformları başlatmıştı. AKP hükümeti bunlara devam etti ve Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne sokmak istediğini söylerken ikna edici gözüküyordu, teskin ettiği işadamları birliği TÜSİAD da oyunu oynadı. Ayrıca, çok sayıda liberal, AKP’nin Kürtlerle varılacak barış mutabakatına dair bir umut olabileceğini söylemekteydi.
Harvard’da ders veren ekonomist Dani Rodrik, “çoğumuzun umduğu, Erdoğan ve AKP’nin hakiki bir demokratik güç haline gelmesiydi —mutlaka muhafazakâr kalıp, İslam’dan nasibini almış olmaya devam edecekti, ama yine de açılımcı ve demokratik bir güç bekliyorduk”, diyor.
Öte yandan, Batılılaşmış sol elit kendini —İstanbul’un şık semtlerinde, hükümete gelen Anadolulular için kullanılan tabirle— bu “köylüler” karşısında suçlu hissediyordu. Başbakanın aralarından çıktığı muhazakârlar nezdinde Batılılaşmış elitlerin vicdanı rahatsızdı. Zira, laik ve askeri düzenin demir yumruğu altında bu dindar ve mütevazı kesimlerin türbanlı kızlarıyla alay edilmiş ve bu kesimler birçok dini özgürlükten mahrum bırakılmışlardı.
Siyaset bilimci ve eski UNESCO bürokratı Ali Kazancıgil, “AKP, nüfusun modernleşmeden dışlanmış ve hor görülmüş çoğunluğunu temsil ediyordu. Onlara bir şans verilmesi gerektiğini düşündük. Ayrıcalıklı ve Batılılaşmış bir çevreden geliyorum, fakat bir Sartre’cı olarak kendi sınıfıma ihaneti meşru buldum. Böylece AKP’yi destekledim”, diyor.
Paris-XIII Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler bölümü öğretim üyesi Alican Tayla, “bu entelektüeller arasındaki yaygın bir fikre göre AKP’nin iktidara gelişi, ‘gerçek’ halkın rövanşıydı ve dönüşüm de ancak gerçek halktan gelebilirdi”, diye özetliyor.
Bu bakış açısı, ordu tarafından aleyhinde 2000’den beri birçok dava açılan yayıncı Erol Özkoray’ı bir saniye olsun etkilememişti. Seçimlerden hemen bir ay sonra, 11 Aralık 2002’de, Libération gazetesinin sütunlarında AKP’nin zaferini bir “karşı-devrim” olarak nitelendiriyordu. “Bazı meslektaşlar ve arkadaşlarımın çoğu bana karşı burunlarından soluyorlardı. Akademisyen bir arkadaşımsa bana şöyle haykırmıştı: ‘Nasıl böyle bir şey yazabildin, onlara en azından ufak bir şans veremez miydin?’. Bundan sonra da benimle bir daha hiç konuşmadı”, diye hatırlıyor bugün.

Ortak düşman, ordu


Özellikle, liberal entelektüellerin İslamcılarla ortak bir düşmanları vardı: Ordu. İslamcılar gibi,  solcu öğrenci ve militan olan bazıları da, 1980 askeri darbesi sonrasında tutuklanmış, işkence görmüş ve hapse atılmıştı.
2007’de Genelkurmay hâlâ kudretliydi, güvenlikçi ve laik düzenle birlikte Recep Tayyip Erdoğan’ı sarsma, istikrarsızlaştırma girişiminde bulunmuştu. Ama, kazanan AKP oldu: Kuvvetlenen çoğunluğuyla (2007’de oyların yaklaşık % 47’sini toplayarak) ikinci bir hükümet dönemine hak kazanıp, Avrupa Birliği’nin de desteğini alarak, askeri vesayet rejimine karşı Ergenekon operasyonunu başlattı.
Bundan böyle, liberal entelektüeller yekvücut halinde, onlarca subaya karşı yürütülen tutuklama ve kovuşturmaları destekleyeceklerdi. Sürecin ilerleyiş ve yürütülüş biçimiyle ilgili de çok ince eleyip sık dokumayacaklardı. Strazburg Üniversitesi doçenti Samim Akgönül, 2009’da, merkez sol gazetesi Radikal’de, Ergenekon’un, hakiki darbe girişimlerine karşın, muhaliflerin tasfiyesine yönelik bir operasyon olduğunu yazsa da, soruşturmadaki çok sayıda usulsüzlük ve belgelerde yapılan tahrifata dair yazılan makaleler son derece enderdi.
Polisin bu manipülasyonlarından kendisine söz ettiğim bir entelektüel ise konuşmamızı orada durdurarak, elde ettiğim bilgileri sesi yankılanırcasına “Bullshit” [İng. argo “saçmalık”, ç.n.] diye nitelemişti (ki bu bilgiler artık teyit edilmiş durumda). Başka bir defa ise, gazeteci Mehmet Altan şüphelerime şöyle cevap vermişti:
“Seni temin ederim ki hiçbir şüphe yok, bir darbe girişimi oldu ve önemli olan da bu”.
Dani Rodrik, bu entelektüellerden bazılarıyla Balyoz operasyonunun başında irtibata geçtiğini belirtiyor, ki o da Ergenekon çerçevesinde yürütülen tasfiyelerden biriydi ve birçok başkasının yanı sıra, Rodrik’in kayınpederi general Çetin Doğan’ı da hedefliyordu:
“Çetin Doğan, ya da diğer sanıklarla ilgili onlardan anlayış beklemiyordum. Sadece davada tam olarak neyin tecelli ettiğini görmelerini istiyordum. Fakat hiçbiri oralı olmadı. Sanki onlara başka bir ülkeden bahsediyordum, Türkiye’den değil.
Onlar için hiçbir şeyin önemi yoktu, ne sürecin nasıl temelinden saptırıldığının, ne de uydurma kanıtların aşırılığının. Hiçbir şey, tüm bu adamların suçlu olduğuna ve davaların iyi bir şey olduğuna dair fikirlerini değiştiremezdi”.
Hedef, yöntemleri de mübah kılıyordu. Yüzlerce asker böylece hapse atıldı, askeri hiyerarşinin başı kesildi ve ordu kışlalarına geri gönderildi.
Liberal entelektüellerin, 2007’den itibaren bu davalardaki hükümler kadar, yürütülüş biçimlerine de önem vermeleri gerekmez miydi? Bu çarpık bacaklı hukuki sürecin siyasi sonuçlarını azımsamış olmadılar mı?
Şayet bugün Recep Tayyip Erdoğan ve çevresi, kendi haklarındaki yolsuzluk soruşturmalarına köstek vurmak üzere bu kadar rahatça müdahalede bulunabiliyorsa, bu belki de Türkiye’de AKP’nin iktidara gelişinden önce de adaletin siyasi iktidar tarafından her zaman manipüle  edilmiş oluşundan kaynaklanmaktadır, fakat bu aynı zamanda askerlere karşı açılan davalar kapsamında liberal entelektüeller yeterince eleştirel davranmadığı için de mümkün olabildi. Güney Afrika, Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu [Truth and Reconciliation Comission] ile hakkaniyetli bir adalet sisteminin geçiş dönemlerindeki önemini göstermişti.

Neo-tarikat Gülen cemaati köprüsü


Fakat bu sessizlik, kaynağını başka yerden alıyor. Bu davalar süresince, Erdoğan’ın son zamanlarda sorgulamaya başladığı güçlü bir toplumsal ve dini hareket olan neo-tarikat Gülen cemaatine yakın adamlar, Başbakanla yapılan uzlaşma çerçevesinde, büyük ölçüde polis ve adalet teşkilatında ipleri ellerinde bulunduruyorlardı.
Oysa, liberal entelektüellerin büyük kısmı bu hareketle sıkı temas halindeydi, ya onun basınında yazıyor, ya da onun televizyon kanallarında boy gösteriyorlardı. Bunun yanı sıra, Gülen’in neo-tarikatıyla bağlantılı olsa da belli bir özerkliğe sahip Abant platformunun Türkiye’de ve yurtdışında düzenlendiği tartışma ve seyahatlere katıldıkları da oluyordu.
Gülen hareketinin “yol arkadaşları” liberal entelektüeller, “Türk demokrasisini ilerletmek” umuduyla burada bir kürsü ve birçok tabu konu (laiklik, Ermeni Soykırımı, dini özgürlükler, vs.) hakkında tartışabilecekleri bir mekân buluyorlardı. Cemaate üye olmadan, onun tarafından ileri sürülüyor ve böylece yurtdışında, ya da Türkiye’de bugüne dek ulaşamadıkları halk kesimleri nezdinde belli bir tanınırlık elde ediyorlardı. Bu neo-tarikat, forum ve toplantı organizasyonlarında tek değil, fakat mali olanakları, uluslararası şebekesi ve tabanındaki sadık taraftarlarıyla ayırt ediliyor.
Bu entelektüeller, en azından işin başında, Gülen hareketi sayesinde Recep Tayyip Erdoğan’ın yakın çevresiyle temas kurmanın peşindeydi. “İki taraf da bu işten kazançlı çıkıyordu”, diyor ekonomist Eser Karakaş, “Cemaat beni kullandı ve ben de onu kullandım. Biz liberaller Abant platformunu Türkiye’yi demokratikleştirmek için kullandık”. Ve liberaller de ara sıra Türk ve İslamcı galaksinin, en azından işin başında, fikir, kavram ve programlarını ifade edişine yardımcı oldular ve böylece kodlarını ve dillerini iyi bildikleri Batı çevreleri tarafından da benimsenmelerini sağladılar.
Bazı entelektüellerse neo-tarikat ile çalışmayı reddetti, fakat büyük kısmı kabul etmişti. Gülen hareketenin çok sayıdaki ve genellikle ilerici eylem ve inisiyatifine katılımlarıyla, bu hareketin odağı haline geldiği suçlamalar arasında sıkıntıya düştüler, mesela gazeteci Ahmet Şık ve Nedim Şener’in hareketin gizli olduğu varsayılan icraatını ifşa ettikleri gerekçesiyle tutuklanıp hapse atıldıklarında olduğu gibi.
Son olarak, bu entelektüellerin önemli bir kısmı ekonomist (Eser KarakaşCengiz AktarAhmet İnsel gibi) ve dolayısıyla AKP ile birlikte büyümenin kapıda oluşuyla yabancı yatırımların katlanarak artışını çok iyi karşılamışlardı. Muhafazakâr ve girişimci yeni Müslüman burjuvazisinin yükselişinde ise ülkenin demokratikleşmesi için önemli bir fırsat görüyorlardı.

2010 referandumunun parçalanmaları


Sonunda 2010 Anayasa referandumuyla liberal entelektüeller aralarında parçalanmaya başlayacaklardı. Seçmenler bir dizi Anayasa değişikliği hakkında blok halinde oy kullanmaya çağırılmıştı; bu değişikliklerden bazıları olumluydu, 1980 askeri darbesinin sorumlularının yargılanma yolunun açılması veya yargının bürokrasi ve diğer tüm resmi makamlardan bağımsızlığı gibi; öte yandan bazılarıysa daha tartışmalıydı, zira siyasi çoğunluk bazı yargı atamaları üzerinde vesayet elde ediyordu.
İki taraf karşı karşıya geliyordu. Bir yanda, çekimserliği savunanlar, bu anayasal değişiklikleri yetersiz buluyor ve Başbakana bir zafer sunmak istemiyorlardı, zira otoriter eğilimleri gittikçe barizleşmekteydi. Öbür tarafta ise, Murat Belge, Baskın Oran ya da Ahmet İnsel gibi “Yetmez ama evet” oyu çağrısında bulunanlar vardı. Bu konudaki tartışmalar bazen yumruk dövüşüne kadar gidiyordu. Bazı arkadaşlar artık birbirleriyle konuşmaz olmuştu.
Alican Tayla, bazı liberal entelektüelleri “entelektüel dürüstlükten uzak” olmakla suçluyordu: “Evet oyu kullanma çağrısı yaptıktan bir ay sonra, hükümet tarafından Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) üyeleri değiştirilince ortalığı ateşe verdiler. Oysa, Erdoğan zaten bu açık çeki elde etmek için referandumu düzenlemişti, bunu da herkes biliyordu!”.
“Aşırı derecede eleştirildik, özellikle de ‘solcular’ tarafından”, diye açıklıyor sosyolog Ferhat Kentel ve ekliyor, « bize kukla muamelesi yaptılar, bizi AKP’ye satılmış olmakla itham ettiler. ‘Evet’ oyu kullandım, çünkü ilerleme vesilelerinin değerlendirilmesini savunuyorum ».
Referandumdan % 77’nin üzerinde bir katılımla, % 58 oranında evet sonucu çıktı,. “Sonuç itibariyle bu oylama pek bir işe yaramadı: Hâlâ hakikaten yeni bir Anayasa bekliyoruz”, diye saptıyor Galatasaray Üniversitesi’nden hukukçu Özgür Mumcu.

Hepsi göstericileri desteklemiyor


Mayıs ve Haziran 2013’te, 2 milyondan fazla gösterici, hükümetin bilhassa kadınların ve gençlerin özel hayatlarına müdahalesine ve otoriter sapmalarına karşı sokağa indi. Bu gösteriler şiddetle bastırıldı, ardında birçok ölü ve binlerce yaralı bırakarak.
Bu liberal entelektüellerin hepsi değil ama büyük kısmı, protesto hareketinin yanında yer aldı ve Samim Akgönül, Cengiz Aktar, Ahmet İnsel, hatta Ragıp Zarakolu gibileri “Gezi Komünü’nde” gözüktüler. Başkalarıysa daha sessizdi.
Ferhat Kentel, bugün hâlâ AKP’yi destekliyor. Ekim 2013’te, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun kurduğu Şehir Üniversitesi’ndeki bürosunda yaptığımız görüşmede “benim gözümde, AKP ülkeyi devrime götüren toplumsal güçleri temsil ediyor ve artık türbandan, Ermeni Soykırımı’ndan ya da Kürtlerden bahsettiğim için sokakta suikaste uğramaktan korkmuyorum”, diye açıklıyordu. “Bu, Erdoğan’ın tavır ve davranışlarının demokrasiye vahim zararlar verdiğini düşünmemi engellemiyor, her ne kadar bunlar büyük ölçüde sandık hesaplarından ibaret olsa da”.
Karşılaştırma maksadıyla Fransız Devrimi’nde Robespierre taraftarlarının tasfiyesi örneğine başvurarak, şunu belirtiyor:
“AKP’nin devrimi son buldu, AKP’nin İslamcıları şu an Thermidor’larını yaşıyorlar”.
Söyleşi yaptığım otuz kadar liberal entelektüelden hiçbiri AKP’ye şans tanıdığı için pişman görünmüyor. Diğer tarafı, yani baştan beri AKP’yi ülkeyi gizlice İslamcılaştırma amacı gütmekle itham eden “laikçi Kemalistleri” rahatlatacak bir şey söylemek söz konusu değil hiç şüphesiz.
2008’de Ermeni Soykırımı’nın tanınmasını savunduğu için para cezası alan ve Kürtler için daha fazla adem-i merkeziyetçilik ve özerklik istediği için 2011’den 2012’ye hapis yatan Ragıp Zarakolu, “AKP ve Erdoğan değişti, ben değil”, diye açıklıyor. Samim Akgönül’se, “AKP’nin sistemi dönüştüreceğini zannediyorduk, fakat aynı sistemin araçlarını kendisi üstlendi ve ideolojik aygıtını tekeline aldı”, diye hayıflanıyor.
Siyaset bilimci Halil Karaveli aynı fikirde değil. Ona göre, “sistemden” bahsederek, yani devlet aygıtının sürekliliğini öne sürerek, liberaller kendi sorumluluklarını kabul etmiyorlar: “Şayet liberal entelijansiya, laik muhalefete karşı tavizsiz tavra destek vermek yerine ideolojik arabulucu rolünü oynasaydı, AKP’nin reformcu ve ılımlı çizgisini devam ettirmesi imkânsız değildi”, diye yazıyordu 2008’de.
Fazla kaçan bir eleştiri sonrası AKP yanlısı gazetelerden atılan veya kendilerine otosansür uygulayan liberaller, Recep Tayyip Erdoğan’ın zamanının dolduğunu anladılar. Türkiye Başbakanı, iki tarafa da ait olmayan ve bazen kendi yandaşlarını sinirlendiren bu İstanbullu entelektüellerle artık uğraşmak istiyor gibi görünmüyor.
Nisan 2013’te, AKP’nin İstanbul il başkanı Aziz Babuşçu, “önümüzdeki seneler, şu ana dek bizimle birlikte yürümüş bulunan liberallerin isteklerine tekabül etmeyecek. Bundan böyle düşmanlarımızın ortakları olacaklar, zira inşa edeceğimiz Türkiye, onların kabul edebileceği bir gelecekle örtüşmüyor”, diye sakince beyan etmişti.
Bu kutuplaşma mantığı, liberallerde acı bir tat bırakıyor, çünkü AKP’nin zıttında yer alan Kemalist kampta da yerleri yok. Kuşkusuz bu yüzden de hiçbiri Erdoğan’ın partisini tutarak yanıldığını veya “faydalı bir aptal” olduğunu kabul etmiyor. “Bu bir tür ehvenü-ş-şer idi”, diyor birçoğu. “AKP, Türkiye’nin askeri vesayetten kurtulması için zorunlu bir geçişti

kaynak:http://m.t24.com.tr/haber/turkiyede-liberal-entelektueller-islamcilarin-faydali-aptallarini-mi-oynadilar/247993