28 Mart 2014 Cuma

İyi seyirler Türkiye

KILIÇDAROĞLU: ERDOĞAN'I BAYKAL KASETİNİ İZLERKEN GÖRDÜM


kılıçdaroğlu, erdoğan, baykal görüntüsü,

Biri birini, diğeri öbürünü, öbürkiler bunları, bunlar onları iziliyor. Sonra birileri servis yapıyor sonunda dünya da bizi izliyor. :) :)
işimiz ne seyredip duralım..

Sadece bizde gazeteler ile hükümet arasında savaşlar olmuyor


İngiltere'de hükümet son dönemde iki farklı olayda, gazetelerle karşı karşıya geldi. 

İlk olay, telekulak skandalıydı; Ülkenin en eski gazetelerinden, Rupert Murdoch'un sahibi olduğu 168 yıllık News of the World adlı pazar gazetesi yönetici ve muhabirlerinin, yasadışı telefon dinlemelere karıştıkları ortaya çıktı. 

Telekulak olayına karışan gazeteci ve yöneticiler hakkında yasal işlem başlatıldı. Skandalın büyümesi üzerine ise, gazetenin sahibi Murdoch, News of the World'ü kapatma kararı aldı.
GUARDIAN'A "SNOWDEN BELGELERİNİ BASMAYIN" ÇAĞRISI
İngiltere'de hükümetin, doğrudan karşı karşıya kaldığı gazete ise The Guardian oldu.

Gazete, CIA'dan ayrılmış Edward Snowden’in getirdiği ABD Ulusal Güvenlik Kurumu'na ait bazı belgeleri yayınladı. Bu süreçte gazeteye gelen İngiliz istihbaratına mensup iki kişi, gazetenin elindeki diğer belgeleri yayınlamamasını istedi. Bu istek de bizzat Gazetenin genel yayın yönetmeni tarafından kamuoyuna açıklandı.

Ayrıca, İngiltere Başbakanı Cameron, belgeleri yayınlamanın "İngiltere'nin düşmanlarına yardım etmek" anlamına geldiğini söylediği bir konuşma yaptı.

Guardian bu süreç sırasında ve sürecin ardından yayınlanmaya devam etti.

DÜNYA Yazarlar Birliği PEN, Türkiye’de Twitter ve YouTube yasağıyla giderek büyüyen ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamaları dün yayınladıkları açık mektupla eleştirdi.


Yazıda SÖZCÜKLERE ÖZGÜRLÜK deniliyor ve devamında 
"Geriletici bir hamle olan, yeni internet yasasının yürürlüğe girmesiyle Twitter ve YouTube’ın tamamiyle kapatılması, iletişim özgürlüğüne karşı kabul edilemez bir saldırıdır. Twitter ve YouTube, sınıf, din, etnik köken, politik görüş gözetmeksizin her kullanıcıya sesini duyurma olanağı veren ifade araçlarıdır... " deniliyor. Tam metnine aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.
Peki bende soruyorum birey olarak benim özgürlüğümün sınırı nerede bitiyor? Yani ben kime nereye kadar saydırabilirim, nereye kadar hakkında konuşabilir, yazabilirim? Dahası her şeyi gönlümce özgürlüğe sığınarak yapabilir miyim? Yani kim olursa olsun birine küfredebilir, hakkında yalan yanlış yazabilir, iftira atabilir hatta biliyorsam devlet sırlarını bile ifşa edebilirim kime ne? Kimse bana karışamaz çünkü buraları özgür platformlar, her şey serbest mi diye düşünmeliyim. Ben bunları yaparken de hiçbir hukuki kural beni bağlayamaz çünkü ben özgürüm mü demeliyim... Peki bu özgürlük ABD'de, AB'de var mı. Biri Obama'ya
-Obamaaaa köprünün adını  Michelle Obama yapta gelen geçen onun üstünden geçsin" diyebilir mi?
-Biri Merkel'i dinleyip be bilgileri youtube'da yayınlayabilir mi?
Kendi ülkelerinde bizim ülkemizde yaşananları  bir milimi olsa (hakaret, iftira, küfür, ifşa v.s.) acaba oralarda neler olur?  Oralarda olmaz çünkü bizde artık yok olan değerler "dürüstlük" "ahlak" daha ötesi "milli birlik" onlarda bizden daha çok var. 
Twitter ya da Youtube kendinden istelineni neden yapmıyor. TİB hiçbir gerekçe göstermeden mi engelledi bu paltformları? Hırsızın hiç mi suçu yok arkadaş. Adam bu platformlarda ülkenin mahremini (başka mahremleri geçtik) göstere göstere yayınlamadı mı?







24 Mart 2014 Pazartesi


Haberler, Haberler, Haberlerrrr.

CHP’nin Esad ziyaretindeki ilginç detay (28 Mayıs 2013)

CHP Milletvekili Hasan Akgöl başkanlığındaki heyetin, Şam’da Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad ile yaptığı görüşmeye, Reyhanlı’daki saldırıların baş aktörü olduğu iddia edilen Ebu Firas’ın da katıldığı öne sürüldü.


http://www.hurriyet.com.tr/gundem/23383166.asp


Kılıçdaroğlu: Erdoğan orduyu Suriye'ye sokmak isteyebilir! (20.03.2014 - 02:30)

CHP lideri Kılıçdaroğlu, Başbakan Erdoğan’ın Süleymanşah Türbesi’ni gerekçe göstererek orduyu Suriye’ye sokmak isteyebileceğini ilere sürerek, “Genelkurmay Başkanı’na seslenmek isterim, Türkiye’yi maceraya sokmayın” dedi

http://www.samanyoluhaber.com/web-tv/kilicdaroglu-erdogan-orduyu-suriyeye-sokmak-isteyebilir-8062-video-haberi/


Suriye savaş uçağını TSK düşürdü! FLAŞ (Haber Tarihi :23-03-2014 13:01)

Suriye sınırını ihlal eden Esad'ın savaş uçağı Türk jetleri tarafından vurularak düşürüldü.

23 Mart 2014 Pazar

İttihat ve Terakki Partisi'nin Sonu

Yakın tarihimizin şekillenmesinde en etkili oluşumlardan biri olan ve günümüzde hâlâ tartışılan İttihat ve Terakki Cemiyeti 1889 yılında İstanbul'da Askerî Tıbbiye Mektebi'nde 'İttihad-ı Osmani Cemiyeti' adıyla gizli bir örgüt olarak beş kişinin öncülüğünde kurulmuştur. Cemiyetin maksadı; bir istibdat yönetimi olduğunu iddia ettikleri Sultan 2. Abdülhamid Han'ın idaresine karşı mücadele ederek Meşrutiyet'in yeniden tesisini sağlamaktı. Cemiyet kısa zamanda imparatorluğun birçok yerinde, özellikle Balkanlarda, faaliyetlerini ve taraftarlarını artırmaya muvaffak oldu. Memurlar ve askerî talebeler arasında süratle yayıldı. Osmanlı Devleti'nin Avrupa'ya açılan kapısı durumunda olan ve 3. Ordu'nun da merkezi olan Selanik, cemiyetin merkezi hâline geldi. Kısa zaman sonra cemiyetin faaliyetleri haber alındığından, müntesiplerinden bazıları tutuklanırken bazıları da -başta Fransa olmak üzere- Avrupa ülkelerine kaçtı. 

1897 yılında cemiyetin merkezi Cenevre oldu. Toplanan iki kongrede Abdülhamid yönetimine karşı mücadele eden ve içlerinde Taşnak-sutyun gibi Ermenilerin ve diğer gayrimüslimlerin kurmuş olduğu cemiyetler 'İttihat ve Terakki' çatısı altında toplandı. Cemiyet faaliyetlerini artırarak suikastlar ve kanun dışı faaliyetlerle sesini duyurmaya başladı. Rumeli'deki hâdiselerin teftişi ve gerekli tedbirlerin alınması için padişah tarafından görevlendirilen Şemsi Paşa Edirne'de ittihatçı fedailer tarafından öldürüldü. Yine Müşir Osman Paşa kaçırılarak dağa kaldırıldı. Bu yıllarda özellikle Rumeli ve Balkanlar bir kazan gibi kaynamakta, yeni kurulan veya kurulmakta olan Balkan devletlerine mensup komitacıların faaliyet alanı hâline gelmiş bulunmaktaydı. Böyle bir vasatta İttihat ve Terakki'nin de aynı komitacılık faaliyetlerini kullanarak devleti zor durumda bırakması düşündürücüdür. Cemiyetin önemli isimlerinden Binbaşı Enver Bey ve Kolağası (Yüzbaşı) Resneli Niyazi Bey'in ayaklanarak birlikleriyle dağa çıkması ve tedhiş (korkutma) faaliyetlerine girişmesi durumun vahametini daha da artırdığından Sultan Abdülhamid fazla direnmeyerek İttihatçıların da talebi olan Meşrutiyet'i ikinci defa ilân etmiştir (1908). Bu tarihten sonra kurulan hükümetler doğrudan değilse de dolaylı olarak İttihat ve Terakki'nin baskısı altında faaliyet göstermiştir. 

İttihatçıların takip ettiği milliyetçi politikalar başta Arnavutlar olmak üzere diğer milletlerin tepkisini çekmekte ordunun siyasetin içine girmesi ise "halaskâr zabitan" gibi muhalif başka oluşumların ortaya çıkmasına sebep olmaktaydı. İttihatçıların devlet yönetimindeki tesirinin azaltılmasına yönelik çalışmalar Balkan savaşlarının çıkması ve bir hezimete dönüşmesiyle akamete uğradı. Bu durumdan istifade eden cemiyet, yenilginin suçunu mevcut hükümetin üzerine atarak 23 Ocak 1913'te Binbaşı Enver Bey'in başını çektiği bir grupla Bab-ı Âli'de toplantı halindeki hükümet erkânını bastı ve harbiye nazırını öldürdü. Sadrazamın da kafasına silâh dayayarak istifa ettirdi. Bu şekilde askerî bir darbe ile iktidarı ele geçiren İttihatçılar 1918 yılına kadar sürecek yeni bir dönemi başlattılar. Bundan sonra tahtta bulunan padişahların hiçbir tesiri kalmadı. Devletin hiçbir önemli işinden haberdar edilmediler. Sultan Mehmet Reşat'ın bu durum karşısında "...artık dünyada hiçbir şeyde hevesim kalmadı; beni rahat bıraksalar da haysiyetimle ölsem." sözleri mânidârdır. Dış politikada ise; Sultan Abdülhamid Han'ın üzerinde hassasiyetle durduğu dengeleri göz ardı ettiler. Ve kimseye haber vermeden devleti bir oldu-bitti ile 1. Dünya Savaşı cehennemine sürüklediler. Sadrazam Mahmut Şevket Paşa'nın ifadesiyle "bir avuç beyinsiz" kısa sürede koskoca bir devleti parçalayarak büyük devletlerin işgal ve insafına terk etti. Savaşın kaybedildiği kesinleşince Talat Paşa başkanlığındaki İttihatçı hükümet 8 Ekim 1918 tarihinde istifa etti. Yapılan olağanüstü kongrede İttihat ve Terakki Cemiyeti kendisini feshetti. Başta cemiyetin önde gelenlerinden Talat, Enver ve Cemal Paşalar olmak üzere bir kısım idarecileri 2 Kasım 1918'de yurtdışına kaçtı. Cemiyet her ne kadar kendini feshetmişse de, sonraki yıllarda yaşanan hâdiseler ve özellikle askerin siyaset sahnesinden bir türlü çekilmek istememesi İttihatçılığın ve yöntemlerinin bir gelenek hâline geldiğini ve bunun tasfiyesinin çok kolay olmadığını göstermektedir. 

Kaynak:http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/ittihat-ve-terakki-partisinin-sonu-ekim-2010.html

13 Mart 2014 Perşembe

Provakasyona Gelme

Yine çok zor ve sıkıntılı günlerden geçiyoruz. Yaşadıklarımız, gördüklerimiz aklımızın tutulmasına şuurumuzun kaybolmasına neden oluyor. Aman deyim hırsımıza, öfkemize yenik düşmeyelim provakasyonlara tezgahlara gelmeyelim, birilerinin ekmeğine yağ sürmeyelim. Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmayalım. Her şeyiyle daha yaşanabilir, özgür bir ülkeye yürüme hedefimizden sapmadan yolumuza devam etmeliyiz. Ve bu yolda yürüken kimseyi incitmeden bunu yapmalı bize bu yolda sözüm ona destek verdiğini sandığımız şerefsizlere aman vermeden ve onların oyunlarına gelmeden ilerlemeliyiz.
Bu ülkede hangi yöne bakarsa baksın, hangi eğilimde olursa olsun bir başka canın acımasına başka canların yanmasına izin vermeyelim. Kendimize yapılmasını istemediğimiz şeyleri bir başkasına yapmaktan kaçınalım.



Ortalıkta yalan ve kirli haber dolaşmakta içini içeriğini tam anlamadan doğruluğunu teyit etmeden inanmayalım ve başkaları ile paylaşmayalım lütfen.

Daha güvenilir, her kesimi ile birlikte yaşanabilir kötünün olmadığı temiz bir ülkeye adım adım hep birlikte ilerleyeceğiz ve hiçbir zaman bu umudumuzu kaybetmeyeceğiz.

Unutmayın, umut var oldukça hedefe gidilir.

Aristo "Umut insanları uyandıran bir rüyadır." demiş

Daha mutlu bir ülkeye uyanmak, dileğiyle....

16 Şubat 2014 Pazar

Biraz tarih





1919 yılı ve 1920’nin ilk aylarında 1nci Dünya Savaşı’nın galip devletlerinin temsilcileri Paris , Londra ve San Remo’da bir araya gelirler. Amaçları ; yenilgiye uğratılan devletlere uygulanacak barış koşullarını belirlemektir. Bu toplantıların sonucunda, doğu sorununa çözüm getirmek maksadıyla Osmanlı İmparatorluğu ile Sevr anlaşmasının imzalanmasına karar verilir.

Savaş zamanı, müttefik kuvvetler kendi aralarında bazı anlaşmalar yaparlar. Bu anlaşmaların konusu Osmanlı İmparatorluğu ve Doğu sorunudur.

30 Ekim 1918 tarihinde Mondoros Mütarekesi imzalanır. Mütarekenin en önemli maddesi , müttefiklerin güvenliğini tehdit eden herhangi bir durumun oluşması halinde müttefiklere işgal hakkını vermesidir. Mütarekede hiçbir koşul öne sürülmediğinden Türkiye bu anlamda kayıtsız şartsız teslim olmuş görünmektedir.
Barış konferansının başladığı günlerde her devletin kendine ait planları vardır. Büyük Britanya’nın hedefi, Alman Ordusunu yok etmek ve yenik ulusların elinde bulunan sömürgeleri ortadan kaldırmak, Hindistan güzergahını emniyet ve denetim altında tutmaktır. Rakibi ise Fransa’dır.
Fransa “Şark’ın büyük Hıristiyan gücü” olduğunu iddia etmekte ve Suriye , Kilikya , Lübnan , Filistin’i istemektedir.
İtalya, Londra Antlaşmasıyla Saint Jean de Maurienne anlaşmasında verilen vaadlerin gerçekleşmesini istemektedir. Fransa ve İngiltere’nin oyunları ile ikinci plana itilmiştir.
Birleşik Devletler , Boğazlarda milletler cemiyetinin nezaretinde bir uluslararası platform kurulmasını savunmaktadır.Paris Barış Konferansının açılışında büyük güçler temel sorunlarda fikir birliği içindedir. Türklerin İstanbul’dan çıkarılmasında , Boğazlarda uluslararası bir denetim oluşturulmasında, Osmanlı İmparatorluğunun Arap topraklarından sürülmesinde ve özgürlüğüne yeni kavuşan milletlerin tanınmasında fikir birliği vardır.
Müttefikler yenilmiş. Türkiye büyük toprak kaybetmiş ve İslam dünyası ile ilişkileri kopartılmış ve yalnız bir devlet haline düşürülmüştür.
Yunanlılar Kuzey Epir’i , kıyı adalarını , Bursa’nın bir kısmını , Kıbrıs ve İzmir’i istemektedir. Rodos ve on iki adalar Londra Anlaşmasıyla İtalya’ya bırakılmıştır. Bu nedenden dolayı Yunan-İtalyan gerginliği yaşanır.
Ermenilerin talebi ise Akdeniz , Karadeniz ve Hazar denizi arasında uzanan dev bir Ermeni Devleti kurmaktır.
İngilizler, Filistin’i Suriye’den ayrı kendi egemenliği altında olmasını istemektedir. Siyonistler, Filistin’in Yahudilerin vatanı olduğunu ve Yahudilere bırakılmasını talep etmektedir.
Wilson , kamuoyunun görüşünü açıklığa kavuşturmak ve manda rejiminin ne ile karşılaşacağını görmek için Suriye , Filistin , Mezopotamya ve Ermenistan’a müttefik heyet gönderilmesine karar verir. Fransa ve İngilizler bu karardan hoşnut değildirler. İngiltere , Suriye’nin güney hududu boyunca uzanan toprak parçasını terk etmeye niyetli değildir. Fransızlar Sykes-Picot anlaşması gereğince Fransa’ya tahsis edilmiş topraklarda kendi egemenliği altında bir devlet istemekteydi. İngiltere ve Fransa Wilson prensiplerine karşı Yunan taleplerinin çoğuna destek vermektedir. Bu durum İtalyanları rahatsız etmektedir. Ege adaları , Yunanistan ile İtalya arasında paylaşılamamıştır.
İtalyanlar 1919 Mart ayında asayişi sağlamak amacıyla Antalya’ya asker çıkarmaya başlar. 15 Mayıs’ta da Yunanlılar İzmir’e çıkarma yapar. Tüm bu olaylar karşısında Türkler , teslim ettikleri silah ve cephanelere el koyarak işgallere karşı tepki göstermeye başlarlar.
Yunanlılar işgalin ; Antalya’da İtalyanları , Kilikya’da Fransızları , Ermenistan’da Birleşik Devletleri ve İstanbul’da uluslararası bir gücü bulundurmaya yönelik genel bir planın parçası olduğunu söylüyorlardı. Aynı zamanda büyük güçler tam bir çıkmaza girer. Anadolu ve İstanbul’un nasıl paylaşılacağına bir türlü karar verememektedirler. Wilson, Anadolu’nun parçalanması , Türklerin İstanbul’dan uzaklaştırılması fikri arasında gidip geliyor ve ne yapılacağına karar veremiyordu.
Barış konferansı , Yakın Doğu meseleleriyle ilgili olarak üç sorun üzerine yoğunlaşır. Bunlar; Ermenistan ve Suriye’deki işgal kuvvetlerinin yeniden tahsisi , Küçük Asya’daki İtalya ve Yunanistan’a ait koşullu işgal alanlarının sınırlarını sabitleştirilmesi ve Trakya’daki Bulgar hududunun belirlenmesidir.
Yakın Doğu üzerine çevrilen entrikalar İngiltere ve Fransa’nın arasını açar. İngiltere dostluğunu göstermek için Suriye ve Kilikya’daki tüm askeri birliklerini çeker ve siyasi hakimiyetin Fransızlara geçmesine göz yumar. Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap Yarım Adası’ndaki toprak meselesi; İngilizlerin Suriye’yi Araplara terk etmesiyle çözüme kavuşmuş olur.
İtalya ve Yunan birlikleri arasında uzun zamandır beklenen çatışma, 10 Temmuz günü patlak verir. Bu anlaşmazlık, Aydın-İzmir demiryolunun denetimi Yunanistan’a , Menderes Nehri’nin İtalyanlara verilmesi suretiyle çözüme kavuşturulur.
Ortadoğu’daki karmaşayı gören Amerika, bir süre sonra sahneden geri çekilir. Çıkarları konusunda uzlaşması gereken iki taraf kalır. İngiltere ve Fransa.
İstanbul hükümeti ise ; kurtuluşu Amerika yada İngiliz mandasında görmekte idi. Bu durum İngiltere ile Fransa arasında gerginlik yaratır. İngilizler ve Fransızlar kendi aralarında özel görüşmeler yaparak uzlaşmaya çalışırlar.
Avrupalı güçler , İstanbul ve Boğazlar sorununa çözüm aramaktadır. İngiliz yetkililer , Türklerin İstanbul’dan çıkarılmasını savunur. İstanbul’un Türkler tarafından alınması Ortaçağın sonunu belirlemiş olduğundan ; İstanbul’u boşaltmaları da yeni bir çağın başlangıcını gösterecektir. Sonunda İstanbul ve Boğazlar Türklerden alınır ve uluslararası bir platform tarafından yönetilen bir bölge olur.

1919 Mayıs’ında ortaya Milliyetçi bir hareket çıkar. Bu hareketin lideri Mustafa Kemal Paşa’dır .Mustafa Kemal Paşa direnişi kuvvetlendirmek için her beldenin önde gelenleriyle bağlantılar kurar. Sivas Kongresi toplanır ve burada izlenecek dış politika belirlenir. Türk devletinin sınırları Misak-ı Milli’de çizildiği gibi olacaktır. Yunanlıların İzmir işgaline şiddetle direnilecektir. Kapitülasyonlar olarak bilinen ekonomik haklar ve yabancı tercihli hukuk sistemi tamamıyla reddedilir.

Avrupalı güçler Kuvay-i Milliye hareketini endişe ile izlemeye başlarlar.1919 sonbaharında gücün hareketi karşısında şaşkınlığa düşerler. İngiliz Savaş Bakanlığı Milliyetçi hareketin iyice kuvvetleneceği korkusuyla İngiliz birliklerinin geri çekilmesini önerir.
Londra konferansı, 12 Şubat 1920 tarihinde toplanır. Fransızlar, Türklerin İstanbul’da kalmasını savunur. Fransız lider, Türkleri dışarı atmanın maliyetini Fransa’nın kaldıramayacağını belirtir. Lyod George ısrarla Türklerin atılmasını savunur ,ama bu tezinde yalnız kalır. Boğazlar için komisyon oluşturulacaktır. Türk devletinin mali denetimi , üç gücün katılımıyla oluşturulan bir heyet tarafından yapılacaktır. Kapitülasyonlar çok geniş kapsamlı olmasından dolayı Londra Konferansı’nda bir çözüme kavuşturulamaz.
Azınlıkların dinsel , siyasi ve ekonomik özgürlükleri tamamen garanti altına alınacaktır. Savaş zamanında istimlak edilen mülkiyetlerin telafisi istenir. Mahkemelerde kendi dillerini kullanabileceklerdir , etnik yada dinsel eğitim sistemlerine izin verilecektir.
İstanbul, 16 Mart günü İngiliz, Fransız ve İtalyanlardan oluşan bir güç ile işgal edilir. Bu güç padişah otoritesini güçlendirmeye geldiğini beyan etmektedir.
Londra Konferansı’ndan sonra San Remo Konferansı toplanır. Bu konferansta İzmir’in Yunanistan’a katılması için halk oylamasının yapılmasını ve süresinin iki yıldan beş yıla çıkarılması kararı verilir. İtalya’ya, Anadolu’da ekonomik öncelik alanının yanı sıra Ereğli civarındaki kömür yataklarının işletilmesi hakkı tanınır.
Ermenistan’a Erzurum, Erzincan ve Trabzon bırakılır. Batum Gürcülere bırakılır Filistin, İngiliz hakimiyeti altına girecektir. Fransa’ya , Fransız mandası altındaki topraklardan geçen boru hatlarından taşınan petrolün % 25’ne el koyma hakkı tanınır.
Mustafa Kemal, bu olaylar sonucunda İstanbul hükümeti ile ilişkilerini kesmiş ve tamamen Anadolu’ya yönelmiştir. Büyük Millet Meclisini 22 Nisan günü toplar. Ve meclis ertesi gün başkanlığına Mustafa Kemal’i seçerek bir yürütme ve meclis heyeti oluşturur.30 Nisan günü yeni bir hükümetin kurulduğu ve halkın idaresini temsil ettiğini Batı devletlerine resmen bildirir.

Ankara’da kurulan hükümet herkesi direnmeye çağırır. Çağrıyı izleyen birkaç hafta içinde on binlerce Türk İstanbul’u terk edip Anadolu’ya gider ve Milli Mücadeleye katılanların sayısı gün geçtikçe artar.
10 Ağustos 1920 tarihinde Sevres’teki ünlü porselen fabrikasının sergi salonlarından birinde Sevr anlaşması imzalanır.
Sevr Antlaşması, bizi iki sonuca götürür. Doğu sorununu, savaş öncesindeki konumunu muhafaza ederek çözmek. Bu zaman kaybına neden olur ve Yakın Doğu’da yepyeni olaylar meydana getirir. Bu yüzden istikrarlı bir barış hemen hemen hiç mümkün olmaz. Sevr gibi emperyalist bir antlaşmanın tek şansı , tepeden tırnağa yenilmiş ve güçsüz kalmış bir Türkiye’ye uygulanması olabilirdi. Avrupalı güçler arasındaki rekabet ve Anadolu’daki muazzam direniş bunu olanaksız kılmıştır.
Sevr Antlaşması, 20 nci Yüzyılda Ortadoğu sorununa Avrupa’nın getirdiği bir çözümdür. Bu antlaşmanın çözüm olmadığı kısa zamanda anlaşılır. Milliyetçi direniş olarak adlandırılan işgallere karşı koyuş , Mustafa Kemal’in önderliğinde başarıya ulaşır. Sevr beklenenin aksine Türk Milletinde milli bilincin uyanmasını sağlamış, ayakları yere sapasağlam basan , güçlü ve bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti Devletini ortaya çıkarmıştır.